17 Ekim 2011 Pazartesi

Şişmanlık

Önemli Bir Sağlık Sorunu: Şişmanlık. Şişmanlık son dönemlerde ortaya çıkmış bir sorun değildir. Örneğin, Avrupa'nın pek çok bölgesinde, günümüzden 25.000 yıl öncesi döneme rastlayan Paleolitik Dönem'e ait "şişman kadın" kalıntıları bulunmuştur. Buna ek olarak, Greko-Romen dönemlerine ait "şişmanlığın klinik boyutu" ile ilişkili belgelere rastlanmıştır. On dokuzuncu yüzyılda şişman kişilerde enerji alımı/harcanması ile ilgili küçük çaplı çalışmalar yapılmıştır. Yağın hücrelerde depolandığı bilgisi bu dönemde ortaya atılmıştır. Ayrıca, ulaşılabilen ilk "diyet kitabı" yine bu dönemlerde yazılmıştır. Şişmanlık sorunu küreselleşmenin etkisi ile, toplumların beslenme alışkanlıklarında oluşan değişimlere paralel olarak artış göstermektedir.Özellikle gelişmekte olan ülkelerde "beslenme alanında geçiş dönemi" olarak tanımlanan süreç, fazla kilolu ya da şişmanlık boyutunun artmasında rol oynamaktadır. Bu süreç, kentleşmede yaşanan olumsuz koşullar, demografik ve epidemiolojik değişim, enfeksiyon hastalıklarının sıklığında azalma, beklenen yaşam sürelerinde uzama, kronik hastalıkların görülme sıklığında artış gibi pek çok sosyal, kültürel, ekonomik ve sağlık koşullarından etkilenmektedir. 2000 yıl önce Hipokrat ilk kez obezitenin sağlığa olumsuz etkilerini ortaya koymuş olsa da gerçeğin anlaşılması ancak 20. Yüzyılın sonlarında gerçekleşti. Bugün artık obezite, fizyolojik, psikolojik, hormonal, metabolik, organik, sistemik, estetik ve sosyal etkileriyle yaşam kalitesini ve süresini olumsuz yönde etkileyen bir hastalık olarak kabul edilmektedir.





“Kilo fazlalığı ile şişmanlık aynı şey değil. Şişmanlık, yağ dokusu artışına bağlı olarak gerçekleşiyor. Kilo fazlalığı ise, yağ dokusu artışı olmaksızın vücut ağırlığının ideal değerlerin üzerinde olması. Her ikisinin de çaresi var.”





ŞİŞMANLIK NEDİR?



Obezite ya da halk arasında bilinen adıyla şişmanlık nedir? Kilonun fazla olması mıdır, yoksa biraz topluca olmak yada göbekli olmak mıdır? Listeyi daha uzatmak mümkün, ancak hiç birimizin aklına kolay kolay gelmeyen, belki de gelmesini istemediğimiz tek bir cevabı var bu sorunun: Obezite, vücutta fazla miktarda yağ birikmesi sonucu ortaya çıkan ve mutlaka tedavi edilmesi gereken bir hastalıktır!

Erkek obasitesi karın bölgesinde yağ kitlesinin artması, bayan obasitesi ise guluteal bölgede (kalça etrafı) yağ kitlesinin artması şeklindedir. Obasite ve kilo fazlalığı genelde; genetik yapıyla, damak zevkine göre yemek yeme alışkanlığıyla,ve hareketsizliğe bağlı olarak gelişir.





“Fransa'da obeziteye bağlı sağlık sorunları nedeniyle harcamalar yılda 8.7 milyar frank olarak belirlenmiş. Bu toplam sağlık harcamalarının %2'si.”



ŞİŞMANLIK NASIL OLUŞUR, KİMLERE ŞİŞMAN DENİR?

Ağırlığı, normal ağırlıktan yüzde on [% 10] dan fazla olan kimseye şişman denir. (Buda 27kg/m2 den büyük BKİ ne tekabül eder.) Aşırı obasite; İdaal kilonun 45 kg üzerinde olan kimseler (yaklaşık vücut ağırlığının %60 fazlası) aşırı obezdirler.Bu kimselerde hastanın kendine olan öz güveni azalmış olup, işgücü kaybı ve vücut aktiviteleri de engellenmektedir



Günlük besinlerle alınan kalori ile, hem bazal metabolizma, hem de yiyecek metabolizması ve enerji harcaması için gereken ihtiyaç karşılanmaktadır. Gereksinimin fazlası kalorilerin çoğu yağ, bir kısmı da glikojen olarak depolanır. Yağ enerji depolanmasının en etkin formudur



Son yıllarda insanların en büyük problemlerinden şişmanlık, gelişen teknoloji, insanları hızlı ve yağlı yemek yemeye ittiği için şişmanlık büyük bir sorun olarak karşımıza çıkmaya başladı. Şişmanlığı bir hastalık olarak kabul edip, zararlarını bilirsek, şişmanlığı önlemek ve tedavi etmek de o kadar kolay olur







“Araştırmalara göre dünya nüfusunun altıda biri şişman.”





DÜNYADA ŞİŞMANLIK



Şişmanlık, vücuttaki yağ miktarının artması ile tanımlanan, gerek oluşum nedenleri, gerekse oluşturduğu komplikasyonlar ve zemin hazırladığı hastalıklar nedeniyle önemli bir sağlık sorunu olarak kabul edilmektedir. Şişmanlık orta yaşın bir sorunu olarak görülmekte ise de yaşamın her döneminde kişinin karşılaşacağı bir sorun olarak kabul edilmelidir.

Dünya genelinde yaklaşık 250 milyon kişinin şişman olduğu bilinmektedir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) 2025 yılında bu sayının 300 milyona ulaşacağını belirtmektedir. 38 ülkede 150.000 kadın üzerinde yapılan bir araştırmada şişmanlık oranının Güney Asya ülkelerinde %0.1, Afrika'da %2.5, Latin Amerika'da %10, Orta Doğu'da %20 olduğu saptanmıştır. Şişmanlık, yalnızca gelişmiş ülkelerin bir sorunu olarak kabul edilmemekte; daha önce de söz edildiği gibi küreselleşmenin olumsuz etkisiyle gelişmekte olan ülkelerde de bir sorun olarak dikkat çekmektedir. Halen ABD’nde yaşayanların %50'den fazlasının fazla kilolu; %20'sinin ise şişman olduğu vurgulanmaktadır. Amerika'da 97 milyon kişi fazla kilolarından şikayetçi. Şişmanlar örneğin New Orleans eyaletinde nüfusun %37.5'unu oluşturmaktadır. Avrupa'da şişmanlık prevalansı konusunda yapılmış en kapsamlı çalışma, 1989 yılında yayınlanan DSÖ-MONICA (WHO-Monitoring Trends Anddeterminants in Cardiovascular Diseases) çalışmasıdır. Bu çalışma kapsamında incelenen 48 ülke, Afrika, Amerika, Güney-Doğu Asya, Avrupa, Doğu Akdeniz, Batı Pasifik bölgeleri olmak üzere altı başlıkta incelenmiştir. Bu çalışmaya göre, erkeklerde 48 ülkeden yalnızca birinde; kadınlarda ise ülkelerin tümünde 35-64 yaş grubunun %50.0-75.'inin beden kitle indeksi (BKİ) 25 kg/m2 ve üzerindedir. Son tahminler Avrupa'da yetişkin nüfusun yüzde 15'inin şişman olduğunu gösteriyor. Avrupa'da bazı bölgelerde obezite oranı yüzde 40-50'ye çıkarken, ülke ortalamaları yüzde 5-22 arasında değişiyor.







“Yapılan araştırmalara göre ülkemizde her dört kişiden biri şişman.”









TÜRKİYEDE ŞİŞMANLIK





1965 ve 1971 yılları arasında yapılan istatistiğe göre Bursa, Bornova ve İstanbul’un çeşitli yerlerindeki 5000 kişi içinden şişmanlık oranını ortalaması yüzde 28’dir. Yani, kadın ve erkek toplamı yüzde 28. Bugünlerde ise taramalarda görülen %36-40, hatta Gaziantep ve Konya’da yüzde 61 oranında şişmanlık var. Günümüzde, gelişmiş ülkelerde olduğu gibi Türkiye'de de yetişkin nüfusu oluşturan kadınların yaklaşık %65'inde; erkeklerin ise %39'unda hafif ve orta derecede şişmanlık sorunu olduğu tahmin edilmektedir. 1998 yılında yapılmış olan Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması'na göre, kadınların %52.2'sinin BKİ'si 25.0'in üzerinde; %18.8'inin BKİ değeri ise 30 ve üzerinde bulunmuştur. Şişmanlık ile ilgili Türkiye'de yapılmış olan pek çok bölgesel çalışma bulunmaktadır. Örneğin, İzmir'de 18 yaş ve üzeri kadınlarda yapılan bir çalışmada şişmanlık prevalansı %51 olarak hesaplanmıştır. Elazığ ilinde yapılan bir başka çalışmaya göre, il düzeyinde obezite prevalansı %7.9 olarak bulunmuştur.Ankara Gülveren Sağlık Ocağı Bölgesi'nde yapılan kesitsel tipte epidemiolojik bir çalışmaya göre, şişmanlık prevalansı kadınlar için %84.8; erkekler için ise %54.1 olarak bulunmuştur. Yine, "Ankara'da Or-An 75. Yıl Sağlık Ocağı Bölgesi'nde Bulunan İlköğretim Okullarındaki Öğretmenlerde Bazı Kronik Hastalıklarla İlgili Risk Faktörlerinin Saptanması" araştırmasında öğretmenlerin %33.9'unun BKİ'si 25.0 kg/m2'nin üzerinde bulunmuştur. Trabzon'da 3000 kişi üzerinde yürütülen bir çalışmada, BKİ değerinin 25'in üzerinde olma boyutu %60.6; 30'un üzerinde olma sıklığı ise %19.2 olarak hesaplanmıştır. Yapılan araştırmalara göre, şişman kişilerin üçte ikisinin bir "şişman" ebeveyni olduğunu ortaya koymuştur. Eğer ebeveynlerin her ikisi de şişman ise, çocuklarının şişman olma olasılığı %90.0 olarak saptanmıştır.

Bunu nazari itibara alarak Dünya Sağlık Teşkilatı, şişmanlığı bir sağlık problemi ve sağlığı etkileyen en büyük problem olarak kabul edip, 1977’de obeziteden ve obezitenin tedavisi konusunda bir rapor yayınlandı. Bu raporda, 24 Avrupa ülkesi, ki içerisinde biz de varız, Milano Deklarasyonu’nu yayınladılar. Bu deklarasyonla bütün ülkelerde, bu Avrupa ülkelerindeki şahısların, şişmanların korunması, hakları, çocukların çocukluk çağından itibaren şişmanlıktan korunması için alınması gereken önlemler ile okul çağında, oyun çağında, iş çağındaki çocuklara ne gibi önlemler alınması, ne gibi eğitim verilmesi gerektiği görüşülmüştür.













“Şişmanlık, Dünya Sağlık Örgütü’ne göre küresel ve kronik bir sağlık sorunudur.”









ŞİŞMANLIK NEDENLERİ NELERDİR?



Şişmanlık uzun süren bir enerji dengesizliği sonucudur. Bunun belli başlı nedenleri:
1. Fazla yeme,
2. Fiziksel hareketlerin azlığı,
3. Psikolojik bozukluklar,
4. Metabolik ve hormonal bozukluklardır. 5. Dengesiz ve yanlış beslenme

Şişmanlığın nedenleri araştırıldığı zaman bugün çeşitli faktörlerin şişmanlığı meydana getirdiği ortaya konmuş. Bu faktörlerden en önemlisi, fazla yemedir. Birçok kimse yedikleri ve harcadıkları hakkında gerçek bilgiye sahip değildir. Bazıları, fiziksel hareketler için harcanan enerji konusunda da bilgisizdir. Hareket ediyorum diye fazla yemek, bazen farkında olmadan şişmanlığa yol açabilir. Yapılan araştırmalar şişmanlığın kalıtımsal olduğunu belirtmektedir. Normal anne babanın çocukları arasında şişmanlık sıklığı % 8-9 iken, anne-babadan birinin şişman oluşunda çocuklardaki şişmanlık sıklığının % 40'a , her ikisinin de şişman oluşunda %80'e çıktığı belirtilmiştir. Yalnız, bu durumun kalıtımsal bir değişkenlikten çok, ailenin beslenme alışkanlığından ileri geldiği sanılmaktadır. Genellikle evde pişirilen yemeklerin enerji değerinin yüksek oluşu, ailenin bütün bireylerinin fazla enerji tüketmesine yol açmaktadır.

Genellikle hareketsiz kimseler, hareketli olanlar kadar yemektedirler. Bu durumda, hareketsiz olanların enerji dengesi artı bir durum almaktadır. Ağır işte çalışanlar arasında şişman kimselere çok az rastlanmasına karşılık, oturarak iş gören memurlar ve ev kadınlarında şişmanlığın sık görülmesi, fiziksel hareketlerin, vücut ağırlığı üzerine etkisini açık olarak göstermektedir.

Bazı kişiler, üzüntü, sıkıntı ve güvensizliklerini örtmek için fazla yerler. Bunun tersi de olabilir. Psikolojik bozukluklar, bazen fazla yemeye, bazen de az yemeye neden olarak görülebilir.

Şişmanlıkta bazı kimselerde zayıflama diyetlerine karşı görülen direnç, hormonal ve metabolik nedenlere dayanmaktadır. Bu tür şişmanlık toplumdaki şişmanlık oranlarının çok küçük bir bölümünü kapsar. Bazı hormonlar, bazal metabolizma hızını etkiler. Hormonal nedenle bazal metabolizmanın yavaş oluşu, enerji harcamasını azaltarak alınan besin öğelerinin bir kısmının depolanmasına yol açabilir. Bu kimseler hareketsiz olduklarında şişmanlık daha da artabilir.

Şişmanlığa neden olan etmenler arasında beslenme alışkanlığının hazır yiyecek türüne kayması ve ayak üstü yenilen tost, sandviç, hamburger, pizza, patates kızartması vb. (fast-food) yiyeceklerin fazla tüketilmesinin etkisi önemlidir. Alkol tüketimindeki artışta en önemli nedenlerden biri olarak sayılabilir.



“Şişmanlık beyin kanaması riskini artırıyor.”



ŞİŞMANLIĞIN ZARARLARI

Hollandalı bilim adamları, 40 yaşlarında fazla kilolu olmanın ömrü üç yıl kısalttığını belirterek, fazla kiloların vücuda verdiği zararın sigara içmeye eşdeğer olduğunu söylüyor.

Yaklaşık 3500 kişinin, 1948-1990 yılları arasındaki sağlık kayıtlarını inceleyen doktorlar, sigara içmeyen ancak fazla kilosu olanların yaşam süresinin, kilo fazlası olmayanlara göre üç yıl daha kısa olduğunu ifade ediyor.

Obez olarak nitelendirilen çok kilolu insanların ortalama yaşam süresi ise kadınlarda 7.1 yıl, erkeklerde ise 5.8 yıl kısalıyor.

Aynı araştırma, hem sigara içen hem de fazla kiloları olanların durumunun çok daha ciddi olduğunu gösteriyor. Obez ve sigara içen kadınlar, normal kilolu ve sigara içmeyen kadınlardan 13.3 yıl daha az yaşarken, sigara içen obez erkeklerde de yaşam süresi 13.7 yıl kısalıyor.

‘‘Araştırma sonuçları, fazla kiloların verdiği zararı gösteriyor’’ diyen doktorlar, fazla kilosu olanlara zayıflamak için bir an önce harekete geçmelerini öneriyor.



“Obezite önlenebilir ölüm nedenleri arasında ikinci, tüm ölüm nedenleri arasında ise 7. sırada yer almakta.”







ŞİŞMANLIĞIN RUH SAĞLIĞINA ZARARLARI


Şişmanların bir kısmı ne kadar neşeli gözükse de şişmanlığın açtığı psikolojik yaralar çok fazladır. Giyinme konusunda problemler yaşarlar, kendilerine uygun elbise bulmada güçlük çekerler, mayo giyme korkusu yüzünden denize veya havuza giremezler, veya tenha yerleri tercih ederler.

Karşı cins tarafından beğenilmeme korkusu, kendilerine olan güveni yok eder. İstedikleri gibi doğal davranamazlar, buda ilişkileri bozar.

Kendilerine güvensizlik günlük hayatta ve iş hayatında da kendini gösterir, buda şişmanları başarısızlığa ve yalnızlığa iter.

Yaşamdaki hedef kendine daha iyi olanaklar sağlamak ve mutlu olmaktır. Mutlu olmanın en büyük şartı RUH ve VÜCUT sağlığıdır.



----O---- “ŞİŞMANLIK, SİGARA KADAR ZARARLI” ----O----





ŞİŞMANLIĞIN SEBEP OLDUĞU HASTALIKLAR

Vücuttaki yağ miktarına ve dağılımına bağlı olarak pek çok hastalık kişinin sağlığını olumsuz yönde etkilemektedir. Şişmanlık, damar sertliği, kan kolestrol düzeyinin artması, selüloit, ağırlık artışına bağlı eklemlerde harabiyet oluşmasına neden olur. Kalp hastalıkları, yüksek tansiyon, şeker hastalığı, yüksek kolesterol, solunum rahatsızlıkları, eklem hastalıkları, adet düzensizlikleri, kısırlık, iktidarsızlık, safra kesesi hastalıkları, taş oluşumu, meme, prostat, kolon, endometriyum gibi pek çok kanser türleri, tip II diyabet, osteoartrit, obezite ile doğrudan ilişkili hastalıklardan birkaçıdır.

Obezite, insan vücudunda kalp ve damar sistemi, solunum sistemi, hormonal sistem, sindirim sistemi gibi sistemleri etkileyen ve birçok önemli rahatsızlığa zemin hazırlayan bir hastalıktır.

Doll ve Peto'nun 1981 yılında yapmış oldukları bir çalışmaya göre, ABD’de tespit edilmiş tüm kanserlerin %35'inin altında diyete bağlı etmenler yatmaktadır. Aynı şekilde Wynder ve Gori, erkeklerde görülen kanserlerin %40'ının nedenleri arasında diyete bağlı etmenlerin rol oynadığını; bu rakamın kadınlar için ise %60 dolayında olduğunu belirtmişlerdir. Willett, adolesan dönemde vücut ağırlığı ve enerji dengesinin pozitif yönde artışının meme ve kolon kanseri açısından bir risk etmeni olduğunu ortaya koymuştur. En önemli jinekolojik kanser tiplerinden birisi olan over kanserlerinin risk etmenlerini saptamak için yapılmış olan bir olgu kontrol çalışmasının sonuçlarına göre, vücut ağırlığı yüksek olan kadınlarda, over kanseri gelişme riski normal olanlara göre daha yüksek bulunmuştur. Goodman ve arkadaşlarının aynı konuda Hawaii’de yapmış oldukları toplum tabanlı bir çalışmaya göre, endometriyal kanser ile vücut yapısı ve ağırlığı arasında bir ilişki saptanmıştır. Fazla enerji alımı ve fiziksel etkinlik azlığında, 170 endometriyal kanser gelişme riskinde artış saptanmıştır. Bu çalışmanın sonuçlarına dayanarak, kadınların vücut ağırlıklarını istenilen düzeyde tutmaları, hayvansal yağlardan ve karbonhidratlı besinlerden uzak durmaları; bitkisel kaynaklı besin tüketimini artırmaları önerilmektedir.



OBASİTENİN MUHTEMEL KOMPLİKASYONLARI:

►Hipertansiyon

►Hipertrigliseritemi

►HDL kollesterolünün düşüklüğü

►Koroner arter hastalığı

►Tip 2 diabet

►Safrataşı oluşumu (kolelitiazis) zayıf kişilerde obeslere oranla 6 kat daha fazladır.

►İleri derecede obes kişilerde dejeneratif eklem hastalıkları(osteoartritis) daha sık oluşur.

►Eklemlerde yıpranma , ve aşınmaya sebebiyeti artırıp, disk hernisi (bel fıtığı) riskini arttırmaktadır.

►Kadınlarda endometrium kanser riskini arttırır.

►Aşırı obezlerde ani ölüm oranı 10 kat daha fazladır.

►Pickwikian sendromu( uyku esnasında kısa süreli solunumun durması, devamlı bir uyku hali, polistemi sağ kalp yetmezliği ile karakterize sendrom.)

►Tromboembolizm.

ANOREKSİA NEVROZA:

Bu tür yeme bozukluğu, psikolojik kökenli bir hastalık olup zayıflamayı takıntı (obsesyon) haline getiren genç kadınlarda daha fazla ortaya çıkar. Kilo alma korkusu var olup, diyetlerini aşırı derecede sınırladıkları için, ileri derecede zayıf olmaları halinde bile kendilerini şişman olarak görürler. Bazıları yemekten sonra kusmaya çalıştığından aynı zamanda bulimiktirler. Vücuttaki GnRH hormonunun düşük miktarda salınımı (Buna bağlı olarak LH ve FSH hormonu salınımı azalır) sonucu ortaya çıkan amenore (Adet görememe), hastalığın bir tanısal özelliği olacak kadar yaygındır.



Diğer yaygın bulgular:

►Troid hormon salınımında azalmaya bağlı soğuğa hassasiyet.

►Hipotermi (vücut sıcaklığında düşme)

►Bradikardi (kalp dakika atım sayısının normalin altında olması)

►Konstipasyon (kabızlık)

►Deri ve saç değişiklikleri

Anoreksia nevrozanın en önemli komplikasyonu; büyük olasılıkla ölüme yol açan hipokalemi (kan K+ miktarında azalma) sonucu kardiak aritmiye (kalp ritim düzensizliği) yatkınlığı arttırmasıdır.



BULİMİA NEVROZA:

Psikolojik kökenli bir hastalıktır. Anormal yeme alışkanlığı ile kendini belli eder. Aynı zaman dilimi içerisinde aynı şartlarda çoğu insanın yiyeceğinden daha fazla yeme alışkanlığı vardır. Bu dönemde hasta yeme kontrolünü kaybeder yeme olayını durduramaz, ve daha sonra kilo almayı önlemek için uygunsuz davranışlar gösterir. ( Hasta kusar, laksatif ve diüretik ilaçlar alıp, lavman yaparak yediği yiyecekleri çıkarır) Aç kalırlar, ya da aşırı egzersiz yaparlar. Yeme ya da uygunsuz davranışlar 3 ayda bir en az 2 kez tekrarlanır. Hastalar hemen hemen normal boy kilo oranını korurlar, bununla birlikte, adet düzensizlikleri sıktır.

Kusmaya bağlı olarak bazı komplikasyonlar meydana gelmektedir:

►Kalpte ritim düzensizliğine yol açan elektrolit düzensizliği.(hipokalemi)

►Mide içeriğinin akciğerlere aspirasyonu.(kaçması)

►Ösofagus (yemek borusu) ve mide yırtılması.



ŞİŞMANLIĞIN ÖNLENMESİ VE TEDAVİSİ

Genellikle şişmanlamak çok kolay bunun yanı sıra zayıflamak oldukça zordur. Bu nedenle şişmanlığın tedavisinden önce, önlenmesi daha doğrudur. Şişmanlığın önlenmesinde en önemli kural, küçük yaşlardan itibaren enerji dengesine uygun bir beslenme alışkanlığının kazandırılmasıdır. Çocukluktan itibaren fazla yağlı, şekerli ve sadece kalori veren; vitamini, proteini düşük besinlerin tüketilmemesine dikkat edilmelidir. Dört besin grubundan her öğünde dengeli bir şekilde beslenme sağlanmalıdır. Çocuklukta alınan kiloları ileride vermek çok zordur ve şişmanlığın zararlı etkileri bu yaşlardan itibaren başlamaktadır. Bu nedenle halk arasında bilindiği gibi "şişman çocuk, sağlıklı çocuk" demek değildir. Gereğinden fazla yağ dokusu, kalori deposudur. Yiyecek ve içeceklerle alınan kaloriyi sınırlayarak bu depoyu kullanmak mümkündür. Bu nedenle zayıflamak isteyen kişinin;

1. Harcadığından daha az kalori alması gerekir.
2. Kişinin yediği besinler protein, vitamin ve mineraller bakımından yeterli olmalıdır.
3. Doyurucu ve bireyin beslenme alışkanlığına uygun besinler seçilmelidir.
4. Diyetle birlikte beden hareketleri arttırılmalıdır.

Hızlı zayıflayan kişi verdiği kiloları çok kısa sürede geri alır. Bu nedenle haftada 0.5- 1 kg veya ayda 4 kg. zayıflamak en uygunudur. Şişman olan kişinin yiyeceği besinler seçilirken öncelikle, şeker, tatlı, pilav, makarna , börek gibi yiyeceklerle , yemeklere eklenen yağlar azaltılmalıdır. Böylece diyetin protein, vitamin ve minerallerini değiştirmeden kalorisi azaltılmış olur. Doygunluk vermesi için kalori değeri düşük sebzeler ve meyveler sık kullanılabilir. Özellikle yemeklerden önce bir parça sebze ve meyve açlığı biraz olsun gidererek fazla yemek yemeyi önler. Kepekli ekmek ve kuru baklagiller tokluk verdiklerinden şişman kişilere önerilmelidir. Etli yemeklere yağ konmamalı, yemekler yağda kızartılmamalıdır. Günde en az 2 litre su içilmelidir, fakat su yemek sırasında içilmemelidir. Kişilerin şişman olmalarını engellemek için temel önlemler çok önemlidir. Örneğin, kişilerin yeterli ve dengeli beslenme konusundaki bilgi ve bilinç düzeylerinin artırılması, beslenme alışkanlıklarının olumsuz etkilendiği durumlardan kaçınma becerilerinin geliştirilmesi, yemek yeme alışkanlıklarının düzenli ve dengeli hale getirilmesi, abur-cubur olarak nitelendirilen besinlerin tüketilmemesi gibi pek çok olumlu beslenme davranışı doğumdan itibaren planlı ve programlı bir şekilde kazandırılmaya çalışılmalıdır. Bu tür yaklaşımların toplumsal düzeyde, ülke politikalarına yansıtılmış olması programların başarılı olabilmesi için çok önemlidir. Sağlığın her alanında olduğu gibi beslenme konusunda da koruyucu önlemler tedavi hizmetlerine göre çok daha kolay uygulanabilir ve ucuzdur. Dünyanın pek çok bölgesinde konu ile ilgili konu ile ilgili sağlığı geliştirme ve eğitimi çalışmalarına hız verilmiştir. Ancak bu yaklaşımlar toplumlar arasında farklılık göstermektedir. Örneğin, ABD'de yapılan bir çalışmada şişmanlığın önlenmesine yönelik besinlerin yapılarının ve ücretlerinin değiştirilmesi çalışmalarının, sağlık eğitimi çalışmalarından daha öncelikli olacağı üzerinde durulmuştur. Bu etkinlikleri toplumsal düzeyde uygulamak ne yazık ki çok kolay değildir. Bu nedenle, şişmanlık oluştuktan sonra gereken pek çok girişim de özellikle şişmanlığın neden olduğu hastalıkların önlenebilmesi açısından önem kazanmaktadır. Şişmanlık ile mücadelede tedavi yöntemleri olarak diyet tedavisi, fiziksel etkinliğin artırılması, davranış değişikliği tedavisi, gerekli durumlarda ilaç tedavisi ve cerrahi tedavi yöntemleri kullanılmaktadır. Özellikle ilk üçünün birlikte uygulanması tedavinin başarısını artırmakadır. Şişmanlık için diyet tedavisinin başlıca amaçları vücut ağırlığını istenilen düzeye indirmek, besin öğesi gereksinimlerini yeterli ve dengeli olarak karşılamak, yanlış beslenme alışkanlıkları yerine doğru beslenme alışkanlıkları kazandırmak ve vücut ağırlığı istenilen düzeye geldiğinde tekrar kilo alımını engellemek ve sürekli kilo kontrolünü sağlamak olarak sıralanabilir.Davranış değişikliği, şişmanlık tedavisi yaklaşımları arasında uzmanlar tarafından çokfazla üzerinde durulan bir yöntemdir. Davranış değişikliğinin kişi tarafından benimsenmesi ve yaşam biçimi haline getirilebilmesi, verilen kiloların geri alınmasının önlenmesi açısından son derece önemlidir. İlaç tedavisi ve cerrahi tedavi özellikle diğer yaklaşımların yetersiz olduğu durumlarda konunun uzmanları tarafından uygulanması gereken yöntemlerdir. Bu iki yaklaşımda sağlık çalışanlarının etik açıdan dikkat etmeleri gereken noktalar vardır. Her iki yöntemin şişmanlığın önlenmesine yönelik diğer yöntemlerle desteklenmesi verilen kiloların geri alınmasını önlemek açısından çok önemlidir. Sonuç olarak bir sağlık sorunu olarak kabul edilen şişmanlık ile mücadele sistematik bir yaklaşım gerektirmektedir. Sorunun çözümü için sağlık çalışanlarının ekip hizmeti anlayışı ile yaklaşımları, şişman bireylerin konuyu önemsemeleri ve sağlığın korunması ve sürdürülmesi için zayıflamanın önemli bir koşul olduğunu kabul etmeleri onların bireysel mücadele gücünü artıracaktır.

DÜZGÜN BESLENME


Besinler 4 temel besin grubundan seçilmelidir. Süt grubu (Süt, peynir, yoğurt) Et grubu (et, tavuk, balık, kuru baklagiller) Sebze-meyve grubu, Tahıl grubu (Ekmek, makarna, pirinç)

Düzenli beslenme için bu besin gruplarından orantılı olarak alınmalı, bir gruptan az, diğerinden fazla besin alıp metabolizmanın çalışma düzeni bozulmamalıdır. Tek gruba yönelik beslenme; kabızlık, ishal, midede şişkinlik, kan şekeri ve tansiyon düşmesi, baş dönmesi, göz kararması gibi rahatsızlıklara sebep olacak ve devamında da doktor müdahalesini gerektirecek çok daha ciddi sorunlara yol açacaktır.

Kişiye özel hazırlanması gereken beslenme programları;
%60 karbonhidrat, %20 protein, %20 yağ içermelidir ve günde en az 2 lt su tüketilmelidir.

Günlük alınması gereken besinler 5 öğünde alınmalıdır. Öğün atlamak ve/veya bir öğünde gerekenden daha fazla kalori almak yağ depolanması riskini arttıracaktır.

Aşağıda çocuklar ve yetişkinler için birer " dengeli beslenme programı (bir günlük)" örneği bulacaksınız.


Çocuklar için

Yetişkinler için

750 gr süt
750 gr yoğurt
135 gr peynir
1 ad. yumurta
4 ad. orta boy köfte
1 ad. orta boy patates
1 ad. salatalık
1 ad. domates
1 ad. elma,armut vb.
10 ad. kiraz
3 dilim ekmek
4 yemek kaşığı pilav
250 gr süt veya yoğurt
45 gr peynir
4 ad. orta boy köfte
4 yemek kaşığı zeytinyağlı barbunya
1 ad. salatalık
1 ad. domates
1 ad. elma,armut vb.
6 ad. kayısı
3 dilim ekmek
4 yemek kaşığı makarna






Beslenmede kullanılan ölçüler


Çay kaşığı

5 - 6,5 gr


Tatlı kaşığı

10 - 13 gr


Çorba kaşığı

15 - 19,5 gr


Likör kadehi

30 - 39 gr


Kahve fincanı

50 - 68 gr


Çay bardağı

100 -150 gr


Su bardağı

200 - 250 gr






Enerji besinler vasıtası ile alınır ve bedensel faaliyetler ile de harcanır. Eğer aldığımız enerji miktarı harcadığımızdan fazla ise artık enerji vücutta yağ olarak depolanacaktır. Bu depolama işlemini durdurmanın yolu; ya alınan enerji miktarını harcanan miktara düşürmek (kalori kısıtlaması) ya da harcanan enerji miktarını alınan miktara yükseltmek (egzersiz ) olacaktır.



Eğer alınan miktarı ihtiyaç duyulanın da altına düşürürsek vücutta depolanan yağları tekrar enerjiye çevirebiliriz.





İDEAL KİLONUN KORUNMASI

Zayıflamak nispeten kolay, fakat ulaşılan ağırlığı sürdürmek zordur. Çeşitli araştırmalara göre belirli bir programla zayıflayan bireylerin 5 yıl sonra sadece % 5'i bunu koruyabilmekte, % 95'i tekrar eski ağırlıklarına dönmektedir.


Sıkı diyet yapıp sonra eski yeme sistemine dönen bireylerde ağırlık döngüsü oluşmaktadır. Bu da vücuttaki yağ oranını artırmakta, yaş ilerledikçe hiperlipidemi, hipertansiyon ve diyabet gibi sağlık problemlerini oluşturmaktadır.

Uygulanan zayıflama diyeti sonunda, diyete başladığı anda aldığı enerjiden % 25 daha az enerji alması ve fiziksel aktivite ile enerji harcamasını artırması gerekir. Günde fazladan 1 saat yürüme ile bu hedefe ulaşılır.



“Şişmanların trafik kazalarında ölme ya da yaralanma risklerinin zayıflara göre daha fazla olduğu bildirildi.”



ŞİŞMANLIĞIN ÖLÇÜLMESİ

Bir bireyin şişman olup olmadığının tanımlanabilmesi için vücut ağırlığının, vücut bileşiminin ve vücuttaki yağ dağılımının değerlendirilmesi gerekmektedir. Vücut bileşimi; büyüme ve gelişme, yaşlılık, etnik özellikler, cinsiyet, beslenme durumu, özel diyetler, egzersiz, hastalık, genetik etmenlerden etkilenmekte ve değişkenlik göstermektedir. Vücut bileşenlerini saptamak için kullanılan pek çok yöntem bulunmaktadır; ancak, özellikle saha çalışmalarında en çok kullanılan yöntemler antropometrik ölçümlerdir. Antropometrik ölçümlerin sağlıklı yapılabilmesi için kullanılan araçların düzenli olarak doğruluğunun denetlenmesi, ölçüm yapan kişilerin sürekli eğitilmesi, referans değerlerin ve standartların doğru belirlenmesi çok önem taşımaktadır.



Antropometrik ölçümler- Beden Kitle İndeksi (BKİ): Vücut ağırlığının (kg) boyun karesine (m²)bölünmesiyle elde edilir. Saptanan değere göre bireyin zayıf, normal, fazla kilolu ya da şişman olup olmadığına karar verilir. Günümüzde şişmanlığın saptanmasında antropometrik ölçüm tekniği kullanılarak vücutta yağ miktarının belirlenmesine yönelik Beden Kitle İndeksi(BKİ) sıklıkla kullanılmaktadır. Erişkin yaş grubunda BKİ'ne göre "şişmanlık" değerlendirmesi;

BKI Değerlendirme



Protein-enerji malnurisyonu:

18.5 -19.9 Normal kabul edilir

20.0-24.9 Normal

25.0-29.9 Hafif şişman

30.0-34.9 I. derecede şişman

35.0-39.9 II. derecede şişman

40+ III. derecede şişman (morbid şişman)



BKİ ile vücut yağ miktarı ilişkisinin bireyin vücut yapısına ve oranlarına göre değişiklik gösterdiği bilinmektedir.Ayrıca, bel çevresi ölçümü, bel/kalça oranı gibi antropometrik ölçümler ve deri kıvrım kalınlıkları da şişmanlığın belirlenmesinde sık kullanılan yöntemlerdir. Bel çevresi erkeklerde 94 cm'in üzerinde; kadınlarda ise 80 cm'in üzerinde olduğu zaman kişilerin şişmanlığa bağlı metabolik risklerinde artış görülmektedir. Yetişkinlerde BKİ yaşla çok az bir artış göstermektedir. Ancak, çocuklarda ve adolesanlar BKİ, yaşa göre değişmektedir.Bebeklikte BKİ hızla yükselmekte, okul öncesi dönemde ise önce düşmekte sonra yeniden artmaktadır. Çocuklarda BKİ değerleri yaşa bağımlı referans değerler olup ülkelere göre kesim noktaları farklılık göstermektedir. En yeni yaşa göre BKİ değerleri İsveç, İngiliz ve İtalyan çocuklar için yayınlanmıştır. Beden kitle indeksinin iyi sonuç vermediği diğer bir grup ise yaşlılar olarak bilinmektedir. Hollanda'da 65-79 yaşlarında 539 kadın ve erkekte yapılan bir çalışmada, BKİ'nin şişmanlığın ölçütü olarak yeterli olmadığı ve şişmanlığın değerlendirilmesinde yağın vücutta dağılımını gösteren bel ve kalça çevresinin daha iyi sonuç verdiği bulunmuştur.



Şişmanlık bir sağlık sorunu olarak kabul edildiğine göre, azaltılması yada önlenmesi için sistematik yaklaşımlar gerekmektedir. Ancak, önleme çalışmaları en öncelikli basamağı oluşturmalıdır.





ZAYIFLIĞIN YARARLARI


Ø Uykusuzluk ve huzursuz uyuma düzelir.



Ø Tansiyon şikayetleri normale döner veya azalır.



Ø Horlama, nefes darlığı, çarpıntı, yorgunluk hissi ortadan kalkar.



Ø Mide şikayetleri tamamen ortadan kalkar veya hafifler.



Ø Eklem ağrıları, bacaklarda uyuşma ve karıncalanma gibi şikayetler ortadan kalkar veya hafifler.



Ø Kandaki yüksek kolesterol, lipit ve ürik asit seviyeleri normale veya normale yakın bir seviyeye iner.



Ø Cinsel isteksizlik ortadan kalkar.



Ø Bel , sırt ve diz ağrıları tamamen ortadan kalkar veya hafifler.

ŞİŞMANLIKLA ORTAYA ÇIKAN PSİKOLOJİK SORUNLAR



Şişmanlık ortaya çıktıktan sonra da bir takım psikolojik sorunlar da gözlenir, bu durumu dikkate almayan bir şişmanlık tedavisinin başarılı olma şansı tartışılır. Şişmanlıkla mücadele aslında çok kısa erimde baktığımız zaman çok kolay bir şeye benzer. Önemli olan o formu o kiloyu uzun süre korumasını sağlamak. Dolayısıyla psikiyatrik destek olmaksızın, yani niye yiyorsunuz, neden şişmanız, bu sorunun cevabı açıkça anlaşılmaksızın, uzun erimde şişmanlıkla mücadele mümkün değil. Bu arada şişmanlığın yol açtığı psikolojik problemlere de değinmek gerekir. Kişi kendini toplum tarafından kabul edilmeyen, itilen, çirkin bulunan bir insan halinde algılamaya başlıyor. Ve buna bağlı olarak depresyonlar ortaya çıkabiliyor. Neden yemek yiyoruz sorusunu sormakla işe başlarsak çoğu kişinin vereceği cevap sıkıntıdan olur. Konuyu bir miktar açmaya başladığımız zaman herkesin kendine özel bir nedeni olduğunu anlamaktayız. O nedenle, sıkıntıdan yiyorum, o halde ne yapmayalım, sorusuna doğru bir yanıt verebileceğimi sanmıyorum. Herkes sıkıntıdan yemek yediğini zannediyor ama gerçekte herkesin başka bir hikayesi var. Gelin kayınvalide ilişkisi mesela. Diyelim ki kayınvalide gelinden daha iyi olacak. Ama bir yandan da geline zarar vermek istemiyor, geline karşı bir öfkesi var, belli ölçülerde. Bu yarışmacılık hissinden dolayı ortaya çıkan. Gelinden daha zayıf olacak, daha güzel olacak. Tersi gelin için de geçerli olabilir. Ama bu yarışın sonunda bir mağlup olamamalı. Yarış olsun ama mağlup olmasın. Aynı satrançta siyah taşta oynamak gibi. Savunma da ama saldırı da... Kazanmak istiyor. En zararsız yöntemle. Sonunda ne oluyor, güçlü olmak için yemek yemeye başlıyor. Ama yemek yedikçe şişmanlıyor ve gücünü kaybediyor. Gücünü kaybettikçe tekrar güçlü olmak için yemek yiyor. Sonuç olarak yemek yemek temelde güçlü olmak için yapılan bir işlem. Yarışma var, yarışmada güçlü olacak. Bunlar bilinç dışı şeyler. Güçlü olmak yemek yiyor. Neden güçlü olacak? Yarışacak, yarışta kazanacak. Yiyor, gücünü yitirdikçe daha güçlü olmak adına tekrar yiyor. Bir kısırdöngü yaşanıyor.



ŞİŞMAN İNSAN NEŞELİ Mİ? Şişman ama neşeli, mutlu insan tarifi yapılır. Şişmanlık tıbbi bir hastalık. Sonuç olarak kronik sağlık sorunlarına yol açan tıbbi bir hastalık. Her şişman bu işten psikiyatrik nedenle yakınan insan değildir, bir psikolojik problemi olan insan değildir. Normal koşullarda toplumsal bir yargılama olmasa, belki de, şişmanların önemli bir bölümü içerisinde bulundukları bedeni halden dolayı mutsuz olmayacaklar. İyi ki şişmanım, istediğim yerde istediğim gibi yiyebilirim diye düşünen ve halinden de memnun olan bir çok insan var. Bir çok şişman liderlerimiz de yok mu? Bunlar da halinden pek memnun gözüküyorlar. Yine tanıdığımız bir çok şişman sanatçılar, bilim insanları var, medya mensupları var. Kısa sürede kilo vermek mümkün, önemli olanın verilen kilonun korunmasıdır. Belki de bazı insanlar şişmanlıktan kurtulmak adına, belli bir kiloya ulaşmak adına zayıflıyorlar. Ama daha sonra bunu korumakta güçlük geçiyorlar. Bu başarısızlık duygusu bazıları için, bir kez daha başarısızlığa yol açacak kaygısına neden olabilir. Bir başka neden de genellikle şişmanlarda belli bir yarışmacılık özelliğine tanık olduğundandır. Ve yarışmaktan kaçınabilir, çekinebilir, vs... Kişinin kendisi karar vermeli. Neden zayıflaması gerektiğine üzerinde durmak gerek. Hadi zayıfla, hadi zayıfla demek yerine, zayıflarsan, iyi olur, çünkü şu şu nedenlerle demek daha iyi olabilir. Psikiyatrik destekle, kilo vermek konusunda yaşanan güçlüklerin üstesinden gelme şansı daha yüksektir. Birçok kaynak aslında kilo verme olayında görev alması gereken ekibinin birçok branşta olması gerektiğini, bir takım oluşturulması gerekiyor. Bu takım içerisinde psikiyatristlere her zaman bir yer var ve onun varlığıyla birlikte uzun erimde kilo veriliyor, arkasından da onun korunması. Bunun başarılabilmesi için psikiyatrik desteğin çok önemli olduğu söyleniyor. Davranış terapisi teknikleri kullanılabiliyor. Birçok başka teknikler de var. Bir psikiyatrik destek alındığı takdirde sorunla başa çıkma şansının daha rahat olacaktır.



BEBEKLİKLE İLGİSİ Bebeklik dönemindeki bir takım durumların şişmanlıkta etkili olduğu iddia edilir. Bununla ilgili yapılmış çalışmalar var. Oral regresyon bunların başında gelir. Oral döneme tekrar geriye gidiş demektir. Bütün insanların yaşadığı dönemler var. Oral dönem var, anal dönem var vs... Oral dönem, ana memesiyle insanların tanıştığı dönem aslında, hayatın ilk dönemleri. O dönemle ilgili yaşananlar etkili. Ne zaman daha çok yemek yiyorsunuz sorusuna verilen cevap, televizyon izlerken oluyor. İnsanın aklına ne getiriyor bu? Çocuk emerken annesinin gözüne bakar. Ondan televizyonu, bir şeyi izlerken yemek yeme alışkanlığıyla oral dönem regresyon arasındaki ilişkiyi çağrıştırıyor bu. Bir şey izlerken yemek yiyor. Annesinin gözüne bakarak meme emiyor. Böyle bir ilişkinin varlığına dair somut bir ipucu. Bir çok insan televizyon izlerken yemek yemeyi bıraksa, zayıflayacak diyebiliyoruz.



PSİKOLOJİK TEDAVİ: Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde oldukça oturmuş obezite polikliniği var. İç hastalıkları anabilim dalına bağlı. Prof. Üstün Korugan’ın başında olduğu bir ekip. İki soruya cevap aranıyor. Bir tanesi neden yiyoruz? Bir tanesi neden psikiyatristteyiz? İki soruya cevap bulana dek çalışılıyor. Diyelim ki bir cevap bulundu. Alternatif başka cevaplar üzerinde de çalışmaya devam ediliyor. Belli periyotlarla hastalar gelip gidiyorlar. Ve sonuçta kısa erimde, yani altı aylık dönemde başlangıç kilolarının yüzde 10 kadarını verebiliyorlar. Ondan sonra altı aylık erimde, bilimsel çalışmalar içerisine alınan kilo verme noktasına geliniyor.

Hemoroid (Basur)

Hemoroidler anal kanalda yerleşmiş,anal kanalın içini örten tabakanın altındaki damarsal oluşumlardır.İki hemoroid tipi vardır.

1-Dış hemoroid:Anal kanalın dışındaki deri altındaki görülen şişmiş toplar damarlardır.Genellikle deri ile aynı renkte küçük bir şişlik şeklinde görülürler.Damar tıkanıp,dolaşım bozulunca daha fazla şişip şikayetlere neden olurlar.

2-İç hemoroidler:Son barsağın anal halkaya yakın kısmında gelişen şiş ve dolaşımı bozulmuş damarsal oluşumlardır.İç hemoroidler şiştiği zaman anüsten dışarıya çıkabilirler.

Hemoroidin Belirtileri

En sık görülen belirti,tuvalet kağıdında kırmızı parlak rekli veya tuvalette kan damlası görmektir.Tıkanmış hemoroidlerde pıhtı bulunur ve ağrılıdır.

Yanma

Anüste rahatsızlık

Kaşıntı

Hemoroidler nasıl gelişir

Hemoroidler çok sıktır.50 yaş civarındaki insanların yarısından fazlasında hemoroid vardır.Hemorodlerin olması her zaman şikayetin olmasını gerektirmez.Büyük abdest yaparken ıkınma sonucunda basıç artarak hemoroid oluşumunu kolaylaştırır.Hamile kadınlarda hemoroidler çok soktır.Bebeğin son barsak alanındaki baskısına bağlı basıç artması nedeniyle meydana gelmektedir.Müzmin kabızlık ve ishal (devamlı ıkınma ve gaita geçerken tahrişe bağlı olarak) hemoroidlerin oluşumuna katkıda bulunur.

Hemoroidlerin Teşhisi

Anüsten kan geldiğini söyleyen tüm hastalarda anüs muayene edilmeli,parmakla muayene edilmeli,daha sonra anal kanala ve rektuma ışıklı bir cihaz sokularak anal kanal içi ve rektum gözlenmelidir.(Rijid Anoskopi-Rektoskopi)


Hemoroidlerin Tedavisi

A-Tıbbi tedavi :

Kabızlıktan korunmalıdır.(Kabızlık konusuna bakınız)

Dışkılama sırasında ıkınmaktan kaçınmak gerekir

Alkol,acı biber,baharatlı yiyeceklerden kaçınmak gerekir.

Uzun süre hareketsiz oturarak yada ayakta kalmamalıdır.

Düzenli egzersiz yapmalıdır.

Bir çok fitil,merhem,krem mevcuttur.Bınlar şişmiş damar ve çevresinin şişliğini azaltmağa yardımcı olurlar.

Özellikle dışkılamadan sonra günde bir kaç defa ılık oturma banyoları (şiddetli kanama sırası hariç ) yararlıdır.

B-Diğer tedavi yöntemleri

Aşırı kanama olduğu zaman ve çok ağrı varsa,tıbbi tedaviye rağmen rahatlamıyorsa şu yöntemlere başvurulur.

Skleroterapi

Hemoroidal damarların ve dokunun büzüşmesine neden olacak bazı kimyasal maddeleri şiş olan hemoroid pakesine iğne ile enjekte etme yöntemidir.Genellikle 1.-2. derecede kanamalı hemoroidlerin tedavisinde kullanılır.

Band Ligasyon

Hemoroid pakelerin lastik band ile bağlanması sonucunda bir müddet sonra boğulan parçadüşer ve yeri büzüşerek alttaki damarsal yapıların şişmesi önlenmiş olur.2.-3. derecede iç hemoroidlerde uygulanır.

Alanımıza Giren Hastalıklar: Hastanemizin alanına Akciğerin ve onu çevreleyen yapıların hastalıkları girmektedir. Akciğerin bir çok hastalığı bulunmaktadır. Ancak bunlardan bir kısmı "Göğüs Cerrahisi" biliminin ilgilendiği hastalıklardır. Tedavisi cerrahi olmayan diğer hastalıklar Hastanemizin Göğüs Hastalıkları Bölümünün ilgi alanına girmektedir. Aşağıda, özellikle ülkemizi en çok ilgilendiren ve merkezimizde tedavisi yapılan başlıca hastalıklar görülmektedir:

Diyabet

Diyabet nedir? Nasıl meydana gelir?



Diyabet, başta karbonhidratlar olmak üzere protein ve yağ metabolizmasını ilgilendiren bir metabolizma hastalığıdır ve kendisini kan şekerinin sürekli yüksek olması ile gösterir. Diyabet hastalarındaki temel metabolik bozukluk, kan yoluyla taşınan glükozun (şekerin) hücrelerin içine girememesidir. Normal koşullarda besinlerden elde edilen veya karaciğerdeki depolardan kana salınan glükoz pankreas tarafından salgılanan İNSÜLİN hormonunun yardımıyla hücre içine girer ve orada yakılarak enerjiye dönüşür. Hücrelerin üzerinde değişik maddelerin girmesine izin verilen kapılar vardır. Bu kapılar normalde kilitlidirler ve uygun anahtar varlığında açılırlar. Diyabet, hücrelerin üzerindeki glükoz kapısının açılamaması durumudur. Bu örnekten ilerlersek diyabet, anahtar işlevi gören İNSÜLİN hormonu yetersizliğine ve/veya insülinin etkilediği reseptörlerin (hücre kapısındaki kilidin) bozukluğuna bağlı gelişmektedir.





Kaç tip diyabet vardır? Diyabet sıklığı ne kadardır?



Nedenlerine göre bir çok diyabet tipi olmakla birlikte diyabet vakalarının çok büyük bir kısmını Tip 1 ve Tip 2 diyabet vakaları oluşturmaktadır.





Tip 1 Diyabet



Daha çok çocuklarda ve genç erişkinlerde görülür. Tip 1 diyabet, pankreasta bulunan ve insülin üreten beta hücrelerinin otoimmün bir süreç (vücudun bağışıklık sisteminin kendi hücrelerini tanıyamaması) sonunda zedelenmesi ile meydana gelmektedir. Mutlak veya görece bir insülin yetersizliği olduğundan hastalar ömür boyu insülin hormonunu dışarıdan (enjeksiyon yoluyla) almak zorundadırlar. Bu nedenle Tip 1 diyabet İnsüline Bağımlı Diyabet (Insulin Dependent Diabetes Mellitus=IDDM) olarak da isimlendirilmektedir. Genel olarak toplumdaki diyabet vakalarının %10’unu Tip 1 Diyabet vakaları oluşturmaktadır. Çocukluk çağında Tip 1 diyabet sıklığı ülkeler (bölgeler) arasında farklılık göstermekte ve her yıl 15 yaş altındaki 100.000 çocuktan 1-42’sinde diyabet gelişmektedir. Tip 1 diyabet genel olarak kuzey ülkelerinde daha sık görülmektedir.





Tip 2 Diyabet



Sıklıkla erişkinlerde ve şişman (obes) kişilerde görülmektedir. Tip 2 diyabetli hastalarda insülin salgılanmasındaki yetersizlikten çok dokulardaki insülin reseptörlerindeki direnç (rezistans) sonucunda glükoz metabolizması bozulmaktadır. Tip 2 diyabetin kuvvetli bir genetik yatkınlık zemininde geliştiği bilinmekle birlikte, genetik mekanizmalar tam olarak aydınlatılamamıştır. Tip 2 diyabetliler hastalıklarının başlangıcında ve sıklıkla çok uzun bir süre insülin ihtiyacı olmaksızın yaşamlarını sürdürebilmektedirler. Bu nedenle Tip 2 diyabet İnsüline Bağımlı Olmayan Diyabet (Non-Insulin-Dependent Diabetes Mellitus= NIDDM) olarak da isimlendirilmektedir. Genel olarak erişkin nüfusta %4-8 oranında Tip 2 diyabet görülmektedir.





Diyabetin bulguları nelerdir?



Diyabete bağlı klinik bulgular vücuttaki karbonhidrat, protein ve yağ metabolizmasının bozulmasına bağlıdır. İnsülin eksikliği ve/veya insülin direnci nedeniyle hücrelere giremeyen glükoz belli bir serum düzeyini (180mg/dl) aştığında idrarla atılmaya başlar. Böbreklerden atılan glükoz beraberinde sıvı atılımını da arttırır ve sonuçta ÇOK VE SIK İDRAR YAPMA (POLİÜRİ) olur. Vücut, poliüri ile olan sıvı kaybını karşılamak için ÇOK SU İÇİLİR ve bu da POLİDİPSİ olarak isimlendirilir. Organizma, enerji kaynağı olarak glükozu kullanamayınca bir taraftan İŞTAH ARTAR diğer taraftan yedek enerji depoları olan yağlar ve proteinler yıkılmaya başlar ve bunun sonucunda iştah artmasına rağmen KİLO KAYBI olur. Bu klasik bulguların dışında diyabet hastalarında ÇABUK YORULMA, GÖRME BULANIKLIĞI, SIK DERİ ENFEKSİYONU, KADINLARDA VAJİNAL MANTAR ENFEKSİYONU gibi bulgular da görülür.



Diyabet tanısı nasıl konur?



Diyabet tanısı, çeşitli uluslararası kuruluşların (WHO, Amerikan Ulusal Diyabet Veri Gurubu=NDGG) belirlediği ölçütlere göre konmaktadır. Bu ölçütler:





-Klasik diyabet bulguları olan bir kişide herhangi bir zamanda ölçülen plazma glükoz düzeyinin 200 mg/dl'ye eşit ya da üzerinde olması,



-En az 8 saatlik aç (kalori almayan) bir kişide plazma şekerinin 140 mg/dl'ye eşit ya da üzerinde olması. Yakın zamanda Amerikan Diyabet Birliği açlık kan kekeri sınırını 126 mg/dl'ye eşit ya da üzerinde olarak belirlemiştir.



-Şeker yükleme testinde (OGTT) 2. saatdeki plazma glükoz düzeyinin 200 mg/dl'ye eşit ya da üzerinde olması.





Gizli şeker nedir?



Halk arasında gizli şeker olarak isimlendirilen durum, normal glükoz dengesi ile diyabet arasındaki metabolik durumu ifade etmektedir. Normalde açlık plazma şekerinin 110 mg/dl olması gerekmektedir. İşte açlık plazma şekerinin 110 mg/dl'nin üzerinde fakat 140 mg/dl'nin altında (yeni kriterlere göre 126 mg/dl) olması bozuk glükoz toleransı olarak tanımlanmaktadır. Benzer şekilde şeker yükleme testi yapılan kişilerde 2. Saatdeki plazma glükoz düzeyininin 140 mg/dl'nin üzerinde fakat 200 mg/dl'nin altında olması da bozuk glükoz toleransı olarak isimlendirilmektedir. Bu durumdaki kişilerin gün boyu kan şekerleri normaldir ve diyabetin klasik bulguları görülmez. Bununla birlikte bu kişiler Tip 2 diyabet için en riskli grupta olduklarından yaşam biçimlerini yeniden düzenlemeleri gereklidir.





Diabette Beslenme Tedavisinin Temel Hedefleri ;



· İnsülin veya ağızdan alınan hipoglisemik ilaçlar ve fiziksel aktivite ile kan glukoz düzeyini normale indirmek ve bu düzeyi korumak

Kan lipitlerinin yükselmesini önlemek

Şeker hastalığı nedeni ile oluşabilecek diğer hastalıkları önlemek ve tedavi etmek

Yaşam kalitesini arttırmaktır.



Diabetik diyeti , diyetin temel ilkeleri aynı olsa da kişiye özeldir. Çünkü, her kişinin beslenmesini etkileyen temel özellikler (Boy uzunluğu, vücut ağırlığı, ideal ağırlık, fiziksel aktivite, sosyo-ekonomik düzey, kan şekeri oranı, verilen ilaç ya da insülin tadavisi gibi) birbirinden farklıdır.



Diabet diyeti her hasta için özel olarak bir diyetisyen tarafından hazırlanmalı, bir diabetik de sadece kendisi için özel hazırlanan diyeti uygulamalıdır.





Daha sonra da sıkça söz edeceğimiz besin grupları nelerdir onları tanıyalım ;



· Süt Grubu

Süt, yoğurt, ayran

· Et Grubu

Peynir, yumurta, tavuk, balık, dana eti vb.

· Ekmek Grubu

Tahıllar, kurubaklagiller, kestane, patates vb.

· Sebze Grubu

Domates, marul, taze fasulye, havuç vb.

· Meyve Grubu

Muz, karpuz, üzüm, elma vb.

· Yağ Grubu

Zeytinyağı ve diğer bitkisel sıvı yağlar, zeytin, fındık, fıstık vb.



Diabetikler İçin Temel Beslenme Önerileri Nelerdir ?



1. Enerji Gereksinimi ile İlgili

Eğer diabetik kişinin vücut ağırlığı olması gerekenden fazla ise kilo vermelidir.

Bunu sağlamak için, uzun süreli ve kalıcı bir şekilde kilo vermesi gerekir.

Çok düşük kalorili diyetler, kan glukoz düzeyinin aşırı düşmesine sebep olacağından uygulanmamalıdır.

Her hafta aynı kıyafetle ve aynı saatte tartılarak vücut ağırlığı kontrol edilmelidir.



2. Öğünlerin Düzenlenmesi İle İlgili

Kan glukoz düzeyinin normal sınırlarda tutulması için öğün sıklığı ve sayısı önemlidir. Besinlerin 3 ana 3 ara öğünde tüketilmesi en uygun olanıdır. Böylelikle insülin kullanımı daha dengeli olacak ve insüline olan gereksinme azalacaktır.

3 ana öğünde (sabah, öğle, akşam) mutlaka ekmek, et, sebze grubundan besinler tüketilmelidir. Buna ek olarak meyve ve süt grubu da katılabilir. Özellikle de antidiyabetik ilaç ya da insülin alan hastalar için ara öğünler bu tadavilerin etkisini karşılayacak enerjiyi almak önemli olduğundan gereklidir.

Önerilen besinlerin zamanında ve önerilen miktarlarda yenilmesi gerekir. Böylece kişi, hipoglisemi ya da hiperglisemi gibi komplikasyonlardan korunur.



3. Karbonhidratlar İle İlgili

Enerji oluşumunda kullanılan en önemli besin ögesi karbonhidratlardır. Karbonhidratlar, tüm bitkisel kaynaklı besinlerde ve hayvansal kaynaklı besinlerden de süt ve bazı süt ürünlerinde bulunur. Hepsi yapılarına göre farklılıklar gösterir.

En basit yapılı ve vücutta en çabuk kana karışan karbonhidrat glukozdur. Çay şekeri olarak bilinen sukroz, glukozdan sonra en çabuk kana karışan türdür. Meyvelerde bulunan fruktoz (meyve şekeri) glukoz gibi basit yapılıdır. Meyvenin yapısındaki posa nedeni ile kana geçişi glukoza oranla daha yavaştır. Bulgur, pirinç vb. tahıllar ; nohut, mercimek vb. kurubaklagillerde ve sebzelerde bulunan nişasta ise daha karmaşık yapıdadır, daha yavaş sindirilen dolayısı ile kana en yavaş geçen karbonhidrat türüdür. Bu olumlu özelliklerinden dolayı, karmaşık yapıdaki karbonhidratların diyetle basit karbonhidratlara göre daha fazla tüketilmesi gerekir.



4. Yağlar İle İlgili

Diabetik kişilerin koroner kalp hastalıklara yakalanma riskleri daha fazla olduğundan tüketilen yağ miktarı ve türü önemlidir.

Yağ alımını azaltmak için içersinde et bulunan yemeklere pişirirken yağ eklenmemesi, kızartmalar ve kavurmalar yerine ızgara, fırında pişirme ve haşlamaların tercih edilmesi, salatalara yağ eklenmemesi gereklidir. Salatadan alınacak vitamin ve minerallerin vücutta kullanılması için yemeklerden alınan yağ yeterlidir.

Yemekleri hazırlarken margarin, tereyağ yerine zeytinyağı ve diğer sıvı yağlar(mısır özü, ayçiçek yağı, soya yağı gibi) tercih edilmelidir.

Kırmızı et yerine beyaz et tercih edilmeli, eğer kırmızı et tercih edilecekse yağsız kısımları alınmalıdır.

Kolesterolu yoğun besinler fazla tüketilmemelidir. Kolesterolün yoğun olarak bulunduğu besinler : yumurta, sakatatlar, tereyağı, yağlı peynirler ve kırmızı ettir. Haftada 2 yumurtadan fazlası yenilmemelidir.



5. Posa İle İlgili

Tüketilen besinler posa yönünden yeterli olmalıdır.

Özellikle suda çözülebilir posa olarak adlandırılan meyve, sebze, kurubaklagiller, yulaf kan glukoz düzeyini daha çok düşürdüğü için tercih edilmelidir.

Pirinç yerine bulgur, çorba yerine aynı besine ait meyveler kabuklu tüketilmelidir.

Besinler un formundan çok taneli tüketilmelidir.



6. Vitamin ve Minerallerle İlgili

Özellikle E, C ve B grubu vitaminler ile Selenyum, Çinko ve Krom minerallerinin diabetikler için olumlu etkileri vardır.

Hergün taze sebze ve meyve, tahı ve et grubundan tüketilirse yetersizlik oluşmaz. Özellikle her öğünde C vitamin kaynağı besinlerin alınması gereklidir. Kromun yeterli alınabilmesi için de mayalanmadan yapılan yufka yerine mayalı ekmek tüketilmelidir.

B grubu vitaminler preparat olarak alınması önerilir.



Vitamin ve Minerallerin Zengin Olarak Bulunduğu Besinler

E vitamini : Yeşil yapraklı bitkiler, yağlı tohumlar ve bunlardan elde edilen yağlar, fındık ve fıstık gibi sert kabuklu meyveler, tahıl taneleri ve kurubaklagiller

C vitamin : Yeşil sebzeler, kuşburnu, turunçgiller, çilek, domates

Selenyum : Deniz ürünleri, böbrek, yürek ve diğer etler

Çinko : Karaciğer, badem içi, ceviz, buğday, bulgur

Krom : Sakatatlar, saflaştırılmamış tahıl ürünleri ve baharat



Diabetik Bir Kişinin Tüketmemesi Gereken Besinler Nelerdir?

- Şeker ve şekerli tatlılar(reçel, bal, pekmez, çikolata, kurabiye, kek ve pastalar)

- Tereyağı, margarin, iç yağı, kaymak, krema

- Salam, sosis, sucuk, pastırma

- Sakatatlar(karaciğer, beyin, dalak, işkembe vb.)

- Kızartılmış ve kavrulmuş besinler

- İçeriğini bilmediğiniz hazır gıdalar





Şeker Hastalığı ve Göz



Şeker hastalığı görmeyi bozabilir



Şeker hastalarının vücudu, şekeri uygun şekilde kullanamaz ve depolayamaz. Yüksek kan-şeker seviyeleri gözün arkasında bulunan ve görmeyi gerçekleştiren sinir tabakasındaki kan damarlarını hasara uğratabilir. Gözün sinir tabakasında meydana gelen bu tip hasara diabetik retinopati denir.



Diabetik retinopati tipleri

İki tip diabetik retinopati vardır: Proliferatif olmayan ve proliferatif olan diabetik retinopati.



Proliferatif olmayan diabetik retinopati, diabetik retinopatinin erken bir dönemini gösterir ve başlangıç retinopati olarak da bilinir. Bu evrede gözün sinir tabakasındaki küçük kan damarlarından kan veya sıvı sızıntısı meydana gelir. Sızan sıvı, sinir tabakasının şişmesine ve eksuda ismi verilen depozitlerin oluşmasına yol açar.

Pekçok şeker hastasında genellikle görmeyi etkilemeyen hafif başlangıç diabetik retinopati bulunur. Görme azalması varsa genellikle maküla ödemi ve/veya maküla iskemisine bağlıdır.



Maküla ödemi, gözün keskin görme bölgesi olup sarı leke diye bilinen ve sinir tabakasının merkezinde bulunan maküla isimli küçük bölgenin şişmesi veya kalınlaşmasıdır. Şişme, sinir tabakasının kan damarlarının sızıntı yapması sonucu olur. Bu durum şeker hastalarındaki görme kaybının en sık sebebidir. Görme kaybı hafif veya ağır olabilir, fakat en ağır olgularda bile çevresel görme işlevini sürdürür.



Makula iskemisi, küçük kan damarları tıkandığında meydana gelir. Maküla, normal çalışmasını sürdürecek ölçüde kanla beslenemediği için görme bulanıklaşır.

Göz siniri veya sinir tabakası (retina ) üzerinde anormal yeni damarlar oluşmaya başladığında (neovaskülarizasyon) proliferatif diabetik retinopati adını alır. Proliferatif diabetik retinopatinin ana sebebi çok sayıda retina kan damarının tıkanması ve retinanın yeterince beslenememesidir. Bu duruma, retina, yeni damar oluşumu ve bunlar aracılığı ile beslenmesini sürdürmek şeklinde cevap verir.



Fakat bu yeni anormal damarlar da normal kan akımını sağlayamazlar. Bazen bunlardan sızıntı ve kanama olur ve bunlara skar dokusu eşlik eder, böylece retinada kırışıklıklar ve dekolman meydana gelir.



Proliferatif diabetik retinopatide görme kaybı daha ağır seyreder, çünki merkezi ve çevresel görme birlikte etkilenir. Bunlara engel olmanın en iyi yolu erken dönemde lazer tedavisidir.

Proliferatif diabetik retinopati aşağıdaki nedenlerle görme kaybına yol açar:



Vitre kanaması: Vitre, gözün içini dolduran jel tarzındaki maddeye denir. Hassas yeni damarlar vitre içine kanama yapabilir. Kanama küçükse, hasta sadece birkaç karanlık ve hareketli nokta görür. Büyük bir kanama görüşü tamamen kapatabilir.

Kanın miktarına göre çekilmesi günler, aylar veya yıllar sürebilir. Yeterli bir zaman içinde kan çekilmezse vitrektomi ameliyatı gerekebilir. Vitre kanaması tek başına kalıcı görme kaybı nedeni değildir. Makula hasara uğramamışsa ameliyattan sonra görme keskinliği eski seviyesine dönebilir.



Traksiyonlu retina dekolmanı: Proliferatif diabetik retinopati oluştuğu zaman neovaskülarizasyona eşlik eden skar dokusu büzüşür ve retinayı çekerek normal pozisyonundan uzaklaştırır. Maküladaki kırışıklık çarpık görmeye neden olur. Maküla ya da retinanın büyük bir kısmı yerinden ayrıştığında daha ağır görme kaybı meydana gelebilir.



Neovasküler glokom: Bazen retinadaki yoğun damar tıkanıklığı iris (gözün renkli kısmı) üzerinde anormal damar oluşumuna yol açar ve göz sıvısının dışa akışı engellenir. Gözdeki basınç artar ve görme sinirini ciddi ölçüde hasara uğratan neovasküler glokom adlı bir göz hastalığı meydana gelir. Erken dönemde yapılan argon lazer fotokoagulasyon neovasküler glokomu önleyecektir. Bazı durumlarda lazer yerine kryo tedavisi de yapılabilir.



Diabetik retinopati nasıl teşhis edilir?

Göz içindeki değişiklikleri tespit etmenin en güzel yolu iyi bir göz muayenesinden geçmektir. Göz doktorunuz, daha siz görsel problemlerin farkına varmadan ciddi bir retinopatiyi tespit edip tedavi edebilir. Göz doktoru damlalarla göz bebeğinizi büyütüp gerekli aletlerle gözünüzün içini değerlendirir.

Doktorunuz diabetik retinopati tespit ederse, tedaviye gerek olup olmadığını değerlendirmek için renkli fotoğraf çekebilir ya da floresein anjiografi (FFA) denilen özel bir ilaçlı film çektirebilir.



Bu testte koldan sarı bir ilaç verilir. Özel bir aletle ilaç gözden geçerken gözdibi fotoğrafları çekilir. Bu test ile şeker hastalığının göze verdiği zararın boyutları anlaşılır ve tedavi konusunda yardımcı olur. Yalnız, verilen ilaç bazen mide bulantısı veya allerji yapabilir. Ayrıca film çekiminden sonraki bir-iki gün içinde hastanın idrarı ve cildi sararabilir, fakat bunlar geçici olup herhangi bir problem oluşturmazlar.



Diabetik retinopati nasıl tedavi edilir?

En iyi tedavi mümkün olduğu sürece retinopati gelişimini önlemektir. Kan şekeri sürekli kontrol altında tutulduğunda uzun süreli görme kaybı riski önemli ölçüde azaltılmış olur. Yüksek kan basıncı veya böbreklerle ilgili sorun varsa bunların da tedavisi gerekir.

Argon lazer tedavisi: Makula ödemi, proliferatif diabetik retinopatisi ve neovasküler glokomu olan kişilere lazer tedavisi önerilir.

Maküla ödemi için, sıvı sızıntısını azaltmak amacıyla lazer, maküla yakınındaki hasarlı retinaya odaklanır. Tedavinin asıl amacı daha fazla görme kaybını engellemektir. Maküla ödemine bağlı görme kaybının geri dönüşü pek olağan değildir, fakat az sayıda hastada artış olabilir. Tedavi sonrası bazı hastalar görme alanında lazer spotlarını görebilirler. Bu spotlar zamanla soluklaşır, fakat kaybolmayabilir.



Proliferatif diabetik retinopatide lazer maküla dışındaki tüm retinaya uygulanır. Buna panretinal fotokoagulasyon denir. Böylece anormal damarlar büzüşür ve yeniden büyümeleri engellenmiş olur. Aynı zamanda vitre kanaması ve retinada büzüşme şansı azalır.

Bazen çok sayıda lazer tedavisi gerekebilir. Lazer tedavisinde amaç mevcut görmenin devam etmesine yardımcı olmakla birlikte diabetik retinopatiyi tamamen iyileştirmez ve her zaman için de görme kaybı sürecini durduramayabilir.



Argon lazerle tedavi için hasta normal muayene koltuğuna oturtulur. Hastanın uyutulması ya da iğne yapılmasına gerek yoktur. Sadece birkaç göz damlası uygulanabilir. Tedavi birkaç seansta yapılır ve herbir seans 10-15 dakika kadar sürer. Büyük ölçüde hastalarda kötüye gidiş engellenir. Görme alanı daralması veya hafif görme azalması dışında ciddi bir yan etkisi yoktur.



Vitrektomi

İleri proliferatif diabetik retinopatide vitrektomi gerekebilir. Bu bir mikrocerrahi girişimdir ve ameliyathane şartlarında yapılır. Cerrahi esnasında kanla dolu vitre alınır ve berrak bir solusyonla değiştirilir. Vitrektomiyi planlamadan önce göz hekimi kanın kendiliğinden temizlenip temizlenemeyeceğini görmek için birkaç ay bekler.

Vitrektomi, anormal damarların alınması nedeniyle sonraki kanamaları da önler. Retina yerinden ayrılmış, yani dekole olmuş ise vitrektomi cerrahisi esnasında onarılabilir. Bu durumda cerrahinin erken yapılması gerekir, çünkü maküladaki çarpıklık veya traksiyonel retina dekolmanı kalıcı görme kaybına neden olabilir. Maküla ne kadar uzun süre kırışık veya yerinden ayrı durursa görme kaybı o denli fazla olur.



Görme kaybı önemli ölçüde engellenebilir

Şeker hastalığınız varsa bilmelisiniz ki günümüzde ileri tanı ve tedavi yöntemleriyle retinopati gelişen hastaların ancak az bir kısmında ciddi görme problemleri meydana gelmektedir. Görme kaybını önlemenin en iyi yolu diabetik retinopatinin erken tespitidir.

Siz de kan şekerini düzenli kontrol ettirip düzenli göz muayenelerinden geçtiginiz takdirde görme kaybı riskinizi önemli ölçüde azaltırsınız.



Hangi aralıklarla muayene olmalı ?

Şeker hastalarının en az yılda iki defa gözleri genişletilerek muayeneleri yapılmalıdır. Diabetik retinopati tanısı konduğu zaman daha sık göz muayeneleri gerekebilir.

Gebelik esnasında retinopati hızlı ilerleme gösterebileceği için diabetli gebelerin gebeliğin ilk üç ayı içinde bir göz muayenesinden geçmeleri şarttır.

Gözlük muayenesi olacaksanız kan şekerinizin en az beş-on gün kontrol altında olması gerekir. Kan şekeri yüksekken verilen gözlükler kan şekeri normale döndüğünde uygun olmayabilir.



Retinopati olmasa bile kan şekerindeki hızlı değişiklikler her iki gözün görmesinde oynamalar meydana getirebilir. Eğer şeker hastalığı veya hipertansiyona ek olarak aşağıdaki problemler varsa hemen göz muayenesine müracaat etmelisiniz:

· Bir gözü etkileyen görme kaybı;

· Birkaç günden uzun süren görme değişiklikleri;

· Kan şekeriyle değişmeyen görme değişiklikleri.

İlk olarak şeker hastalığı tanısı konduğunda 30 yaşında ya da daha genç iseniz tanı konduktan sonraki beş yıl içinde veya 30 yaşın üzerindeyseniz birkaç ay içinde ilk muayenenizi olunuz ve göz dibi incelemelerinizi yaptırınız.



Çocukluk Çağı Diyabeti



Çocukluk Döneminde Diyabet ve özellikleri



Diyabet çocukluk çağında görülen kronik hastalıkların başında gelmektedir. Bu çağdaki diyabet vakalarının %98’inden fazlasını İnsüline Bağımlı Diyabet(IDDM) vakaları oluşturur.



Bilindiği gibi IDDM, otoimmün veya Tip 1 diyabet terimleri ile eş anlamlı kulanılmakta ve pankreas beta hücrelerinin harap olduğu kronik otoimmün bir hastalık olarak tanımlanmaktadır. IDDM genetik yatkınlık zemininde çevresel (kimyasal ve/veya viral) bir faktörün tetik çekici rolüyle başlamaktadır. Genellikle pankreas beta hücrelerinin % 80’i harap olduğunda klinik diyabet bulguları ortaya çıkmaktadır. IDDM prediyabet (klinik diyabet öncesi), klinik diyabet, hastalığın iyileşmediği ancak belirtilerin kaybolduğu dönem ve kronik (süregen) diyabet olmak üzere 4 döneme ayrılarak incelenmektedir. IDDM’e neden olan immünolojik saldırının klinik diyabet bulgularından aylar-yıllar önce başladığı bilinmekte ve son yıllarda hastalığın prediyabet döneminde saptanıp tedavi edilmesi üzerine yoğunlaşılmaktadır.





Çocukluk Döneminde Diyabet Ne Sıklıkla Görülmektedir?



IDDM sıklığı bakımından ülkeler (bölgeler) arasında belirgin farklılıklar vardır. 15 yaş altı çocuklarda IDDM sıklığı Japonya’da 2/100.000, Finlandiya’da 43/100.000’dir. IDDM insidansı10-12 yaş (büyük pik) ve 2-3 yaş (küçük pik) arasında artmaktadır. İskandinav ülkelerindeki veriler özellikle 5 yaş altında IDDM sıklığında artma olduğunu göstermektedir. IDDM soğuk bölgelerde ve kış aylarında daha sık görülür.IDDM için ailesel bir eğilim sözkonusu olmakla birlikte bilinen bir genetik geçiş yoktur. Tek yumurta ikizlerinden birisinde IDDM varsa diğerinde olma riski %35, IDDM’li anne veya babanın çocuğunda görülme riski %6, genel popülasyondaki risk % 0.5'dir.





Çoçukuk Döneminde Diyabetin Bulguları



Diyabetli çocuklar genellikle diyabetin klinik semptomları olan çok idrar yapma (poliüri), çok su içme (polidipsi) ve kilo kaybı bulguları ile hekime başvururlar.Bu bulgular olduğunda genellikle tanı güçlüğü çekilmez. Bununla birlikte hastalığın akla gelmemesi veya atipik klinik bulguların görülmesi tanıda gecikmeye neden olabilir. Bazı çocuklar gürültülü bulgularla ve birkaç gün içinde gelişen diyabetik ketoasidoz tablosu ile başvurabilirler. Acil olmayan başvurudaki bulgular şunlardır:





Daha önce idrar kaçırmayan çocuklarda enürezis (Gece işemesi) başlaması. Bu bulgu idrar yolu enfeksiyonu veya fazla su içmeye bağlanıp diyabet tanısı gözden kaçırılabilir.

Özellikle puberte öncesi kızlarda olmak üzere vaginal kandidiyazis (mantar enfeksiyonu).

Kusma (gastroenterite bağlanabilir)

Kronik kilo kaybı veya büyümekte olan çocuğun yeterli kilo alamaması.

Huzursuzluk ve okul performansında azalma.

Tekrarlayan deri enfeksiyonları.





Çocuklarda Diyabet Koması



Diyabetli çocukların %50’si Diyabetik Ketoasidoz adı verilen ağır klinik bulgularla seyredebilir. Zamanında farkedilmeyen ve tedavi edilmeyen diyabetik ketoasidoz vakalarında ölüme yolaçan koma tablosu görülebilir. Çocuklarda ağır diyabetik ketoasidoz aşağıdaki bulgularla seyreder./



Ağır dehidratasyon (vücudun susuz kalması)

Şok (hızlı nabız atımı, tansiyon düşüklüğü, burun kulak parmak uçları vb. organlarda morarma )

İnatçı kusma

Vücuttaki sıvının azalmasına rağmen devam eden çok idrar yapma

Sıvı kaybına, yağ ve kas dokusu yıkımına bağlı kilo kaybı

Ketoasidoza bağlı yanaklarda kızarma

Nefeste aseton kokusu

Diyabetik ketoasidoza bağlı derin ve hızlı solunum

Bilinç bozuklukları

Çocukluk çağında diyabet tedavisi

Çocukluk çağında ketoasidoz dışı IDDM tedavisi başlıca 4 bileşenden oluşmaktadır: 1. Diyabet eğitimi, 2. İnsülin yerine koyma tedavisi, 3. Beslenme planlaması ve 4. Egzersiz. Bu bölümde diyabet eğitimine kısaca değinildikten sonra insülin replasman tedavisi üzerinde durulacaktır. Bu çağdaki IDDM tedavisinin amaçları şunlardır:



Ailenin katılımı ile çocuk/adolesan ve ailenin ihtiyaçlarını belirleyerek kişisel diyabet bakım planı hazırlanması

Psikososyal destek

Vücuttaki insülin ve şeker dengesinin kontrolü

Normal büyüme ve gelişmenin sağlanması



Bu amaçlara ulaşabilmek için diyabetli çocukların büyüme ile değişen ihtiyaçlarına duyarlı bir tedavi ekibi tarafından izlenmesi gereklidir. Uluslararası Çocuk ve Adolesan Diyabeti Birliği’nin yönergesine göre diyabet tedavi ekibi aşağıdaki kişilerden oluşmalıdır:

Hastanın veya ailenin kendisi

Pediatrik endokrinolog veya çocuk/adolesan diyabeti konusunda eğitilmiş pediatrist

Diayabet eğitimcisi

Diyetisyen

Psikolog/sosyal hizmet uzmanı

Diyabet Eğitiminin Önemi

Diyabet eğitimi diyabet tedavisinin en önemli bileşenidir. Yakın zamandaki yayınlar diyabet eğitimine insülin tedavisine eşdeğer bir önem verilmesi gerektiğini vurgulamaktadır.Bunun nedeni diyabet bakımını, dolayısıyla metabolik kontrolün iyileştirilmesini etkileyen en önemli faktörün hastaların kendi kendine bakım becerileri olduğunun gösterilmesidir. Çok küçük yaştaki çocuklar dışındaki her yaştaki çocukların kendi yaşlarına uygun ihtiyaçları ve problemleri dikkate alınarak eğitilmeleri gereklidir. Bazen yapıldığı gibi ailenin eğitilmesi yeterli görülmemeli, diyabet bakım bilincinin küçük yaşlardan itibaren geliştirilebileceği unutulmamalıdır. Diyabetli çocuk ve aileleri için uygulanacak bir eğitimde genel olarak aşağıdaki konuların işlenmesi önerilmektedir:



Diyabetin nedenleri

İnsülin saklanması

İnsülin enjeksiyon teknikleri

Kan şekeri ölçümü

İnsülin dozlarının ayarlanması

Psikososyal ve aile desteği

Hipoglisemi ve tedavisi

Hastalıklar sırasında diyabet tedavisinin düzenlenmesi

Yolculukta diyabet bakımı

Diyabet ve egzersiz

Beslenme ilkeleri

Doğum kontrolü

Alkol ve diyabet

Diyabetin komplikasyonları





Şeker Hastalarında Ayak Bakımı



Hekiminiz düzenli olarak ayaklarınızı kontrol etsin!



Sizde ayaklarınızı her gün kontrol edin! Her gün ayağınızda olabilecek kesik, çizik ve kabarcıkları inceleyin. Ayağınızın her yerine bakın, parmak aralarını da gözden geçirin.



Ayaklarınızı temiz tutun! Her gün ayaklarınızı sabunlu su ile yıkayın. Ayaklarınızı iyice kurulayın ve nemlendirici krem sürün. Parmaklarınızın arasına fazla nemlendirici sürmeyin.





Ayakkabılar



Uygun çorap ve ayakkabı giyin. Dar olan ve ayağınızı sıkan ayakkabılardan kaçının. Kalın pamuklu çorap ve ayak parmaklarınıza geniş yer sunan içi yumuşak olan ayakkabıları seçin.





Asla yalın ayak yürümeyin!



Terli ayaklar şeker hastalarında sık görülür! Ayaklarınız çok terliyorsa, günaşırı değişik ayakkabılar giyin. Ayakkabılarınız böylece kurur. Her zaman ter emici çorap giyin. Buna karşın ayaklarınız hala aşırı terliyor ve nemliyse, hekiminize başvurun.





Yara ve Nasırlar



Kesikleri, çizikleri ve kabarcıkları tedavi edin. Yaralar iyileşmezse hekime başvurun! Ayağınızda kesik, çizik ve kabarcık oluşacak olursa, o bölgeyi sabunlu su ile yıkayın. Kabarcıkları patlatmayın ve üzerine antibiyotikli krem sürün. Yara iyileşmezse hekime başvurun.



Nasırlarınızı tedavi ettirin! Birçok şeker hastasında ayağın kemiksi bölgelerinde deri kalınlaşır ve nasırlar gelişir. Asla bu deri kalınlaşmalarını ve nasırları jilet ve başka keskin araçlarla kesmeyin. Bunun için hekiminize başvurun.



Ayaklarınızı aşırı sıcak su ya da soba ile ısıtmaya çalışmayın! Şeker hastalığı duyu sinirlerini zedeleyebileceği için ayağınızın yandığını ve zarar gördüğünü hisssetmeyebilirsiniz.





Tırnaklar



Tırnaklarınızı doğru kesin! Ayak tırnaklarınızı düz kesin. Tırnağınızın batmaması için yuvarlak kesmekten kaçının.



Diğer hastalıkların ayaklara etkisi



Dolaşımınızı iyileştirmek için çaba gösterin! Yüksek tansiyon, yüksek kolesterol düzeyi ve sigara ayaklarınızın sağlığını tehdit eder. Böyle sorunlarınız varsa hekiminize başvurmaktan çekinmeyin.





Şeker Hastalığı ve Yolculuk



Şeker hastaları yolculuk yapabilir mi?



Şeker hastalığı yolculuk yapmayı engelleyen bir hastalık değildir. Yolculuk yapan ya da otomobil kullanan bir diyabetli için en önemli tehlike HİPOGLİSEMİ yani kan şekerinin normal düzeyinin altına düşmesidir. Özellikle otomobil kullanmak “ağır işler” grubunda değerlendirilmektedir. Otomobil kullanan kişi saatte ortalama 250-300 kalorilik enerji harcar. Bu yüzden yola çıkmadan önce bazı noktalara dikkat etmek gereklidir.





Şeker hastalarının yolculuk hazırlıkları



Uzun yola çıkmadan önce kan şeker düzeyine bakılmalı ve genel bir doktor kontrolünden geçilmelidir.

Herhangi bir acil durumda tıbbi yardımın nerelerden alınabileceği öğrenilmelidir.

Kişinin şeker hastası olduğunu belirten bir kimlik kartı, kolye ya da bilezik taşınmalıdır. Diyabet kimlik kartında hastayı izleyen doktorun ismi, acil bir durumda hemen ulaşılabilecek bir telefon numarası, son kullanılan ilaçlar ve dozları yer almalıdır.

Tüm şeker hastalarının yanlarında şeker ya da çok hızlı emilen şekerli besinler (hazır meyve suyu gibi) ile çantada yedek ilaç (haplar ve insülin) ve enjektör bulundurmaları gerekir.

Herhangi bir yaralanma olasılığına karşı steril pansuman gereçleri ve dezenfektan bir madde bulundurulmalıdır.





Yolculuk Sırasında



Yolculuk sırasında insülin şişelerinin aşırı soğuk ya da sıcaklarda kalmamasına dikkat edilmelidir.

Uzun yolculuklarda, özellikle insülin kullanan hastaların, genellikle sabah alınan insülin dozunu azaltmaları; sık ve düzenli aralıklarla (örneğin 2-3 saatte bir) hafif bir şeyler atıştırmaları gerekir. Ancak, yemekler mola verilerek yenmelidir. Düzenli ve yeterli beslenme, sık sık su içme, düzenli molalar gibi noktalara dikkat edilmelidir.

Eğer olanak varsa, cepte taşınabilen bir kan şekeri ölçüm aleti ile, sürücü ara ara kan şekerini kontrol etmelidir.

Ne olursa olsun, gece otomobil kullanılmamalı ve alkollü içki alınmamalıdır. Alkolün yaklaşık 3-6 saat içinde kan şekerini düşürme eğilimi gösterdiği, bu durumun aşırı açlık durumuna ve kan şekeri düzeyinin düşmesine yol açabileceği unutulmamalıdır.

Yolculuk normalde yapılan tedavide bir aksamaya yol açmamalı, bunun için gerekli önlemler alınmalıdır.

Çocuk Hastalıkları

BURUN PROBLEMLERİ

Bebeklerin burnu sık sık tıkanabilir. Burun tıkanıklığını geçirmenin en iyi yolu, burna tuzlu su (serum fizyolojik) damlatmaktır. Burun damlasını damlatmak için bebeğinizi sırtüstü yatırıp başını arkaya eğin. Kolunuzla ya da gövdenizle de kollarını tutun ya da birisinden yardım isteyin. İlacı yavaşça her iki burun deliğine sırayla damlatın. Ayrıca bir burun aspiratörü kullanarak da bebeğinizin burnunun içindekileri kolayca temizleyebilmeniz mümkündür.

Burun Kanaması

Bebeğinizin burnuna gelen bir darbe, sert bir şekilde sümkürmesi ya da burnunu karıştırması sonucu burun kanaması olabilir. Ayrıca bebeğinizin burun damarlarının ince olmasından dolayı veya yazın burun kanallarının kurumasından dolayı da gerçekleşebilir.

Burun kanaması esnasında bebeğinizin başını öne eğerek burun kemiklerinin altından parmaklarınızla burun deliklerini mandal gibi sıkıştırın ve 10 dakika bu şekilde bekleyin. 10 dakika sonra eğer kanama durmamışsa 10 dakika daha aynı işlemi yineleyin. Çok soğuk suyla ıslatılmış bir bezi ya da buz torbasını da burnunun üzerinde tutabilirsiniz. Kanama durmuşsa burun deliklerinin içi hariç bebeğinizin burnunu ıslak bir pamukla silebilirsiniz.

Eğer kanama yarım saatten fazla aynı şekilde devam ediyorsa ya da sık sık kanıyorsa doktorunuza danışmalısınız.

KULAK PROBLEMLERİ

Kulak yolunun derininde kulak zarı bulunur. Kulak zarı, ses dalgaları geldiğinde titreşen ince bir zardır. Orta kulak, kulak zarının arkasında bulunan ve hava ile dolu bir boşluktur. Kulak zarı titreştiği zaman orta kulak boşluğundaki küçük kemikçikler de (örs, üzengi, çekiç) titreşir ve sesi iç kulağa iletir. İç kulakta sesi beyine ileten sinirler uyarılır. Orta kulak ile burnun gerisindeki geniz arasında, östaki tüpü adı verilen küçük bir kanal bulunur. Östaki tüpünün görevi, orta kulak boşluğundaki havanın basıncını dış ortamdaki atmosfer basıncı ile eşitlemektir. Esnerken veya yutkunurken kulaktan gelen sesler, bu basınç eşitleme işlemine aittir.

Küçük çocuklarda en çok görülen rahatsızlık kulak iltihabıdır. Kulak iltihabının çoğunluğu da dış kulak ve orta kulak enfeksiyonları ile kulakla boğazı birleştiren kanalın tıkanması oluşturur. Bu enfeksiyonlar eğer zamanında tedavi edilmezse, ilerde tehlikeli olabilirler. Kulak ağrısı belirtileri; aşırı duyarlılık, iştahsızlık ve ateştir.

Dış Kulak İltihabı

dış kulak yolunu döşeyen deride ortaya çıkar. Çocuğunuzun klorlanmış suda çok kalırsa veya kulağına yabancı bir cisim sokup kulak derisini çizerse bu dış kulak iltihabına yol açabilir. Belirtileri; üzerine yattığında kulağı ağrısı çekmesi, dış kulak kanalında kızarıklık, kulaktan akıntı gelmesi ve kulak içinin kaşınmasıdır.

Orta Kulak İltihabı (Otitis Media)

Akut otitis media, kulak zarı arkasındaki orta kulak boşluğunun iltihabıdır. Çocuklarda östaki tüpü erişkindekinden daha kısadır ve bu nedenle mikropların burundan orta kulağa ulaşması daha kolaydır. Bunun sonucunda orta kulakta iltihap sıvısı birikir; sıvının yaptığı basınç ağrıya ve kulak zarının titreşememesine neden olur. Bu nedenle orta kulak iltihabı sırasında bir miktar işitme kaybı meydana gelir. Uygun ilaç tedavisi ile bakteriler öldürüldüğünde orta kulaktaki sıvı da ortadan kalkar ve işitme düzelir.

Akut orta kulak iltihabı, çocukluk çağının sık görülen bir hastalığıdır. Üç yaşına kadar olan çocukların 2/3'ü en az bir kez orta kulak iltihabı geçirmektedir. Akut orta kulak iltihabının tedavisi antibiyotiklerle yapılmaktadır. Etkili antibiyotik tedavisi yapılsa bile, çocukların %40'ında 3-6 hafta daha orta kulakta iltihaplı olmayan bir sıvı kalmakta ve daha sonra düzelen, hafif derecede işitme kaybına neden olabilmektedir.

Sık üst solunum yolu enfeksiyonu geçiren çocuklarda orta kulak iltihabı da sıktır. Bu nedenle, çocuk yuvalarında olduğu gibi kalabalık ortamlara ilk kez girmeye başlayan çocuklarda ,özellikle ilk iki yıl içinde, soğuk algınlığı ve kulak problemlerine daha sık rastlanır.

Orta kulak iltihabının başka türleri de vardır. Efüzyonlu otitis media (seröz otitis media), altı haftadan uzun süreli orta kulakta sıvı bulunmasıdır. Bunun nedeni, bazı çocuklarda akut otitis media geçirmemiş olmalarına rağmen östaki tüpünün orta kulağa hava götürme fonksiyonunu yapamamasına bağlıdır. Eğer iltihap uzun sürerse orta kulakta ve kulak zarında hasar meydana gelebilir ve kulak zarında iyileşmeyen bir delikten sürekli akıntı başlar. Buna kronik otitis media adı verilir. Bu tür orta kulak iltihaplarının tedavisi bir Kulak-Burun-Boğaz hastalıkları uzmanı tarafından yapılmalıdır.

Belirtiler ve Bulgular :

Büyük çocuklar kulakta dolgunluk hissi, ağrı ve işitme kaybı şikayetlerini ifade edebilirler. Küçük çocuklarda ise şilk belirtiler huzursuzluk, uyku bozukluğu veya iştahsızlık olabilir. Her yaştaki çocukta ateş olabilir.
Bu belirtiler genellikle burun akıntısı ve öksürük gibi orta kulak iltihabına eşlik eden üst solunum yolu enfeksiyonu şikayetleriyle birlikte bulunur. Şiddetli orta kulak iltihaplarında kulak zarında delinme meydana gelebilir. Bunun sonucunda orta kulaktaki iltihap kulak yolundan akar, ağrı azalır ve ateş düşer. Kulak zarındaki delik çoğunlukla tedavi sonucunda kendiliğinden kapanır.

Hastalığın önlenmesi :

Yenidoğan bebeklerde anne sütünden geçen maddelerin sağladığı bağışıklık, akut otitis media gelişmesini önler. Anne sütü emen çocukların beslenme sırasındaki pozisyonu, biberonla beslenen çocuklarınkine oranla östaki tüpünün normal fonksiyon yapması için daha uygundur; bu nedenle anne sütü emen çocuklarda orta kulak iltihabı, biberonla beslenen çocuklara oranla daha az görülmektedir. Eğer çocuğun biberonla beslenmesi gerekiyorsa, oturur pozisyonda beslemek yatırılarak beslemekten daha iyidir.

Hastalığın süresi :

Orta kulak iltihabının düzelme süresi değişken olabilir. Hiç tedavi edilmediğinde bile 48 saat içinde kendiliğinden düzeldiği olmaktadır. Bazen de, antibiyotiklerle tedavi edilmesine rağmen 2 hafta ile 2 ay arasında orta kulakta sıvı kalmaya devam etmektedir. Bu sıvı genellikle kendiliğinden kaybolur, ancak bu süree içinde işitme azalmış olabilir. Orta kulak iltihabı bulaşıcı değildir, ancak asıl nedeni olan üst solunum yolu enfeksiyonu bulaşıcı olabilir.

Evde uygulanabilecek tedavi :

Orta kulak iltihabı önce mutlaka doktorunuz tarafından değerlendirilmelidir. Evde uygulanabilecek yöntemler, çocuğun rahatlatılmasına yöneliktir. Ağrı kesici ve ateş düşürücüler ile çocuğun rahat uyku uyuması sağlanabilir. Kulak akıntısı olan çocuklar yüzmemeli, banyoda ise kulağa su teması tıkaçlarla önlenmelidir. Doktorunuz kulak tıkacını nasıl hazırlayacağınızı veya ne tür bir tıkaç temin etmeniz gerektiğini size açıklayacaktır.

Tıbbi tedavi :

Akut orta kulak iltihabı genellikle antibiyotiklerle ve östaki tüpünün fonksiyonunu düzeltecek ilaçlarla tedavi edilir. Bazen çocuğun kulak zarı iltihap nedeniyle çok şişerse ve şiddetli ağrısıya neden olursa, kulak zarında küçük bir kesi (parasentez) yapılarak iltihabın boşaltılması gerekebilir. Bu işlemden sonra kulak zarı genellikle bir hafta içinde iyileşir. Ebeveynler sıklıkla kalıcı bir işitme kaybıolup olmayacağı konusunda endişe duyarlar. Eğer uygun tedavi edilir ve ilaçlar önerildiği doz ve sürede kullanılırsa kalıcı işitme kaybı olasılığı çok düşüktür.

Doktorunuza ne zaman başvurmalısınız ?

Orta kulak iltihabı, tedavi edilmediğinde ciddi komplikasyonlara neden olabilir. Bu nedenle kulak ağrısı veya kulakta dolgunluk hissi şikayeti olan çocuklar, özellikle de birlikte ateş ve geçirilmiş üst solunum yolu enfeksiyonu varsa, bir doktor tarafından değerlendirilmelidir. Yeni bir dişin çıkması, bir yabancı cismin kulak yoluna kaçması, pamuklu çubuklarla temizlik sırasında kulak yolunun tahriş edilmiş olması, veya sert kulak tıkaçları (buşon) nedeniyle de kulak ağrısı meydana gelebilir. Kulak yolunu ve kulak zarını ancak doktorunuz değerlendirebileceği için, şikayetlerin gerçek nedeninin bulunması ve doğru tedavi uygulanması için doktor muayenesi şarttır.

GÖZ PROBLEMLERİ

Çapak

Doğum sırasında bebeğin gözüne kan ya da vücut sıvıları bulaşabildiği için doğumdan sonra göz iltihaplanması olabilir. Böyle bir enfeksiyon ya da tıkanan bir gözyaşı kanalı bebeğiniz uykudan uyandıktan sonra göz kapaklarını birbirine yapıştıran sarımsı renkte bir sıvının çıkmasına ya da gözlerinin sık sık yaşarmasına neden olabilir. Gözyaşı kanalları bebeklerde çok küçük olduğu için tıkanması normaldir.

Çapaklı göz için yapılabilecek en iyi şey pansumandır. Ellerinizi iyice yıkadıktan sonra kaynatılmış ılık suya batıracağınız pamukla bebeğinizin gözünü iç köşeden başlayarak dışa doğru silebilirsiniz. Eğer iyileşmezse ve göz çevresinde kızarıklık ve ağrı varsa mutlaka doktorunuza danışmalısınız.

Göz İltihabı (Konjunktivit)

Eğer bebeğinizin gözünde kanlanma, acıma, irinli akıntı varsa ve uykudan sonra göz kapakları birbirine yapışıyorsa göz ve gözkapaklarını kaplayan zar iltihaplanmış olabilir. Bebeğinizin saman nezlesi gibi alerjik bir durumu yoksa veya gözüne kirpik ya da toz kaçmasından dolayı böyle bir problem olmadıysa, mutlaka doktorunuza danışmalısınız. Göz iltihabı virüs ya da bakterilerden dolayı olabilir ve doktorunuzun vereceği damla ya da merhem sayesinde hızla iyileşecektir.

Arpacık

Bebeğinizin alt ya da üst göz kapağında kırmızı ve ağrı veren bir şişlik varsa kirpik kökündeki bir enfeksiyon nedeniyle arpacık olmuş olabilir. Arpacık kendi kendine kuruyabildiği gibi, bazıları da birkaç gün içinde patlar ve iyileşir.

Arpacığın baş verip, olgunlaşıp patlaması için, bir parça pamuğu sıcak suyla ıslatıp arpacığın üzerine hafifçe bastırarak iki üç dakika tutabilirsiniz. Günde iki üç kere bu masajı uyguladığınızda arpacık hızla iyileşecektir. Patladığı zaman da yine kaynatılmış ılık su ve pamukla temizleyebilirsiniz.

Eğer arpacık iyileşmiyorsa, tüm göz şişmiş ve kızarmışsa doktorunuza danışmalısınız.

Şaşılık

Yeni doğan bebeklerin çoğu iki gözünü aynı anda uyumlu bir şekilde hareket ettiremeyebilirler, ancak zamanla öğrenirler. Eğer üç aylık olduğunda gözüne 20 cm uzaklıkta bir şey tutup sağa sola hareket ettirdiğinizde iki gözü uyumlu hareket etmiyorsa, doktorunuza danışmalısınız.

Bebeğinizin bir gözü tembelse, doktor gözünü çalıştırması için diğer gözünü her gün belirli bir süre kapattırabilir ya da gözlük verebilir. İki yaşından önce şaşılık, böyle bir tedaviyle iyileştirilebilir. İleri derecedeki şaşılıklar ise operasyonla giderilebilmektedir.

GRİP - SOĞUK ALGINLIĞI

Grip hastalığı genellikle sonbahar ve kış aylarında sıklıkla görülen ancak halkımız tarafından pek önemsenmeyen bir hastalıktır. Damlacık enfeksiyonu yoluyla hasta ve taşıyıcı insanlardan sağlam insanlara bulaşan bu mikrop,çok kısa süre içerisinde akciğerlere yerleşmekte ve ağır tablolara neden olmaktadır.

Yüksek ateş,öksürük,bitkinlik,eklem ve baş ağrıları şeklinde kendisini gösteren bu hastalığın bilinen bir etkin tedavisi yoktur. C vitamini,iyi beslenme ve soğuktan korunmanın hastalık tedavisinde ve korunmasında yeri yoktur. Başta astımlı çocuklar olmak üzere kronik akciğer,kalp,böbrek hastalığı olanlar ile şeker hastası olan çocuk ve erişkinlerin bu hastalıktan mutlaka korunmaları gerekmektedir. Akciğerlerde harabiyete ve vücudun savunma sistemlerinde yetersizliğe neden olan bu virüs,daha sonra vücuda yerleşecek diğer mikroplara zemin hazırlamakta ve hastalar bu nedenle risk altında kalmaktadır. Hastalığın kendisi ya da eklenen diğer fırsatçı mikropları oluşturduğu enfeksiyonlar nedeniyle vücut bitap düşmekte ve başka bir kronik hastalığı olan çocuk ve erişkinler maalesef kaybedilebilmektedir. Hastalığın bir başka özelliği de ,hastalanan kişilerin mutlaka kesin yatak istirahatine gereksinim duymaları nedeniyle işe ve okula devamsızlık nedenleri arasında birinci sırayı almasıdır.

Tedavisi olmayan bu viral hastalıktan ancak aşı ile korunmak mümkündür. Grip hastalığının tüm topluma yayılmasında en önemli etken olan okul,işyeri,kreş,kışla gibi toplu yaşam yerlerinde bulunan kişilerin mutlaka aşılanması önerilmektedir.

Grip aşısı

Grip mikrobunun binlerce tipi vardır. Ancak bu mikroplar her sene salgın yapmazlar. İşte o nedenle dünya sağlık teşkilatı her yıl salgın yapması beklenen mikropları tespit etmekte ve o mikroplara karşı hazırlanan özel aşıları önermektedir. Aşı her yıl yenilenmekte ve o yıl salgın yapması beklenen grip tiplerini içermektedir. Grip aşılarının çeşitli tipleri vardır. Ancak özellikle çocuklarda hemen hemen hiç bir ciddi yan etkisi olmayan split (ayrıştırılmış-parçalanmış) aşı kullanılmalıdır. Risk altında olan bireylerin ve okul çocuklarının özellikle aşılanması gereklidir. Grip aşısı kullanımında yaş gruplarına göre bazı farklılıklar vardır. : *6ay-3 yaş arası çocuklarda : ilk kez yapılıyorsa :bir ay ara ile 2 yarım doz uygulanır. Daha önce grip aşısı ile aşılanmış çocuklarda :1 yarım doz yapılır. *3-9 yaş arası çocuklarda : ilk kez yapılıyorsa :bir ay ara ile 2 tam doz uygulanır. Daha önce grip aşısı ile aşılanmış çocuklarda :1 tam doz yapılır. *10 yaş üstü erişkin ve çocuklara her yıl tek doz uygulanmaktadır.

PAMUKÇUK

Bebeğinizin yanaklarının iç tarafında, dilinde ya da damağında, silmekle kolayca çıkmayan, beyaz ya da sarı, hafif kabarık lekeler görülüyorsa ve beslenirken ağlıyorsa pamukçuk olmuş demektir. Bebeğinizde pamukçuk olmuşsa hemen önlem almalısınız, eğer emziriyorsanız ve meme uçlarınız çatlamışsa pamukçuk size de geçebilir.

Doktorunuz, enfeksiyonu temizlemek için damla ya da merhem verecektir. Pamukçuğun size de geçmemesi için siz de tedavi olmalısınız. Bebeğinizde pamukçuk olduğu zaman yemesi kolay şeyler vermelisiniz. Biberondan besleniyorsa, biberon emziğinin yumuşak ve temiz olmasına dikkat etmeli ve her öğünden sonra steril etmelisiniz. Eğer emziriyorsanız, meme uçlarınızın mikrop kapmaması için özen göstermeli, emzirdikten sonra suyla yıkamalısınız. Eğer doktorunuz koruyucu bir merhem vermişse emzirmeden sonra sürmeli ve sonraki emzirmeden önce yıkamalısınız.

Pamukçuk bebeğinizin anüs çevresinde de görülebilir. Bu durumda bebeğiniz bezini kirlettiğinde vakit kaybetmeden bezini değiştirmeli ve doktorunuzun tavsiye edceeği merhem veya ilaçları kullanabilirsiniz.

KUSMA

Kusma

Yeni doğan bebeklerin, doğumdan önce yuttuklarını çıkarmak için ilk günlerde kusmaları normaldir. Anne sütü veya biberon maması ile beslenen bebeklerin de beslenmeden kısa bir süre sonra ağzında pıhtılaşmış süt veya mama içeriğinin gelmesi de olağandır. Özellikle beslenmeden sonra gazı çıkarılmadan yatırılmışsa sütün ya da mamanın bir kısmını çıkartacaktır.

Kusmanın Sebepleri

Kusma, genelde bir hastalığın sebebi olarak ortaya çıkmaktadır. Özellikle ishal, kabızlık gibi bağırsak enfeksiyonu ve sinir sistemi enfeksiyonlarında, mide rahatsızlıklarında veya diğer rahatsızlıklarda kusma görülebilir. Bebekler heyecanlandığında, ilgi beklediğinde, fazla beslendiğinde veya yediği besine dayanıksızlığı da kusmaya yol açabilir.

Kusma İle İlgili Neler Yapılabilir?

· Bebeğiniz kusarken yan yatırmalı ve ağzının içerisindekileri temizlemeli, böylece solunum yollarının tıkanmasını engellemelisiniz.

· Kusmadan sonra bebeğin el ve yüzünü yıkayarak ateşi varsa ılık bir banyo yaptırabilirsiniz.

· Sık sık küçük miktarlarda anne sütü veya kaynatılmış su vererek, midesinde kalmasını sağlayabilirsiniz.

Kusmanın Geçmemesi

Eğer kusma iki öğünden fazla sürerse, aynı zamanda ishalse ve su kaybı varsa, ya da fışkırır gibi kusuyorsa veya her beslenmeden sonra hemen kusuyorsa mutlaka doktora gidilmeli ve kusmaya yol açabilecek bir hastalığın olup olmadığı araştırılmalıdır.

KABIZLIK

Kabızlığın Belirtileri

Her bebeğin bağırsaklarının çalışma düzeni ve dışkılama sıklığı farklıdır. Eğer bebeğiniz normal sıklığının dışında birkaç gün dışkı yapamadıysa, sert ve yoğun, zaman zaman çakıl taşı gibi dışkılıyorsa, bunu yaparken acı çekiyorsa veya dışkısında kanlı izler varsa kabız olmuş demektir. Bebeğiniz bezini kirletirken yüzünün kırmızı olması normaldir, kabız olduğu anlamına gelmez.

Kabızlığın Sebepleri

Kabızlık, genelde beslenme alışkanlıklarından ve düzensizliklerinden dolayı olur. Bazı enfeksiyon hastalıkları, metabolik hastalıklar ve bazı ilaçlar da kabızlığa neden olabilir. Ek besinlere geçiş ve diş çıkarma da kabızlığa neden olabilecek etkenlerdir.

Kabızlığı İyileştirmek İçin Neler Yapılabilir?

· Ek gıdalara geçiş döneminde verilen yiyecekler, kabızlığa neden olabilir. Kabızlığa yol açtığı düşünülen gıda, daha ileri bir tarihte ve azar azar verilebilir. Muz, patates ve pirinç lapası, kabızlığa neden olabilecek gıdalardır. Daha fazla meyve ve sebze püresi verilebilir.

· Bir yaşına kadar inek sütü verilmemelidir. Sulandırılmış meyve suyu ve öğünler arasında kaynamış ılık su kabızlığı yumuşatabilir.

· Bebeğiniz için hazır mama kullanıyorsanız ölçüsünü tekrar gözden geçirip doktorunuzun önerdiği ölçüye sadık kalmalısınız.

Kabızlığın Geçmemesi

Eğer kabızlık üç günü aşmışsa ve kabızlıkla beraber yeşil sarı renkte safralar varsa veya dışkıda kan varsa bebeğinizi mutlaka doktorunuza götürmelisiniz. Doktorunuz dışkı yumuşatıcı ilaçlar ve ılık suda oturma banyosu tavsiye edebilir. Ayrıca dışkılama sırasındaki acıyı azaltmak için anüs bölgesine sürülecek merhem verebilir. Kabızlık geçtikten sonra da bebeğinizin beslenme alışkanlığını gözden geçirmeli ve kabızlığı engelleyecek bol lifli gıdalar vermelisiniz.

İSHAL

İshalin Belirtileri

İshal, en fazla 6 ay-2 yaş arasındaki bebeklerde görülür. Yenidoğan bebeklerde anne sütüyle beslenmeden dolayı altın sarısı renkte ve günde 7-8 kez dışkılama normal sayılmaktadır. Her bebeğin bağırsak çalışma düzeni farklı olduğu için sizin kendi gözlemleriniz çok önemlidir. Bebeğinizin dışkısı normalden daha sulu ise ve daha sık ise ishal olmuş demektir. İshalin diğer belirtileri de ateş, bulantı, kusma, karın ağrısı, iştah kaybı ve kilo kaybıdır.

İshalin Sebepleri

İshal, genelde mikrobik nedenlerden dolayı meydana gelir. Virüs, bakteri ve parazitlerin bulaştığı yiyecekler ve su ishale neden olabilir. Boğaz, kulak ve idrar yolu enfeksiyonlarında, antibiyotik kullanımı sırasında da ishal ortaya çıkabilir. İnek sütü de en çok ishale sebep olan yiyeceklerden biridir. İshal süresince inek sütü yerine yoğurt vermeyi deneyebilirsiniz.

İshali İyileştirmek İçin Neler Yapılabilir?

· İshal sırasında bebeğiniz sıvı kaybına uğrayacağı için bol sıvı tüketmesini sağlamalısınız. İçme suyunu kaynatmak yararlı olacaktır. Anne sütü alan bebekler emzirilmeye devam edilmelidir.

· Bebeğinizi yemesi için teşvik etmeli, sık sık ve az az beslemelisiniz.

· Bebeğinizi katı gıdalarla beslenmeye geçmişse, pirinç lapası, kuru ekmek, patates ve muz püresi gibi nişastalı yiyecekler verilmelidir. Bunun yanında kaynatılmış su ve bu suyla yapılmış ayran ve taze meyve suları içirilip sıvı tüketimi artırılmalıdır.

· İnek sütü ile beslenen bebeklere, bunun yerine yoğurt verilebilir.

· Bir yaşın altındaki bebeklerde ishal kesici ilaçlar kullanılmamalıdır. Eczanelerde ve sağlık kuruluşlarında bulunan tuz-şeker karışımı elektrolit çözeltilerden temin edebilirsiniz.

İshalin Geçmemesi

Eğer ishal 24 saatten fazla devam ederse, su kaybı varsa veya dışkıda kan görülüyorsa bebeğinizi mutlaka doktora götürmelisiniz. Su kaybının belirtileri, bebeğin huzursuz olması fakat gözyaşının yetersiz olması, bebeğin gözlerinin ve bıngıldağının çökük olması, karın derisini çekip bıraktığınızda eski haline yavaş gelmesi, ağız ve dilinde kuruluk olması ve istekle su içmesidir.

PİŞİK

Pişik Nedir?

Pişik genellikle altbezinin bebeğenizin tenine temas ettiği noktada hafif kabartılı bir kızarıklık biçiminde ortaya çıkar. Kötüleştiği zaman kızartılı küçük şişlikler, içi su dolu kabarcıklar ve buna benzer biçimde bebeğe acı veren deri değişiklikleri görülebilir.
Eğer pişik infekte olursa bu deri döküntüleri parlak kırmızı bir renk alabilir ve genişleyebilir. Küçük kırmızı döküntüler bezin temas alanının dışında çıkarak yayılabilir.

Pişiğin Nedenleri

Pişiğin nedeni genel olarak derinin tahriş olmasıdır. Bu tahrişin nedeni altbezinin küçük gelmesi, çok sıkı bağlanmış olması ya da gerekli sıklıkta değiştirilmemesidir.
Eğer kumaş altbezi kullanıyorsanız bu bezleri temizlemek için kullandığınız sabun ve temizleyiciler de tahrişe neden olabilir. Aynı zamanda kullanıp atılan tipte hazır altbezlerinin bazı veya bebeğinizin altını temizlemek için kullandığınız hazır "ıslak bez" ler de tahrişe neden olabilir.
Altbezinin üzerine bebeğe giydirilen sentetik esaslı giyecekler altbezinin temas ettiği alanda ısı ve nemin yükselmesine neden olur. Tahriş olmuş derinin ısı ve neminin yükselmesi bazı mikropların üremesi için ideal ortamı yaratır. Bu durumda pişik "infekte" olur. Eğer pişik infekte olmuşsa bu genellikle bir mantar infeksiyonudur ve buna neden olan da genellikle Candida adıyla bilinen bir mantardır. Böyle bir durumda aynı zamanda deriyi etkileyen başka mikroplar da (bakteriler) olabilir. İnfeksiyon pişiğin tedavisini çok güç bir hale getirebilir.

Pişik Nasıl Önlenir?

Pişiği önlemenin ve tedavi etmenin temel kuralı altbezinin kapladığı alanın temiz, kuru ve serin tutulmasıdır. Bu amaç bebeğin alt bezi sıklıkla değiştirilmeli ve olabildiğince altı açık tutulmaya özen gösterilmelidir. Böylece bebeğin teni hava aldıkça koruyacaktır. Uyku sırasında bebeğin altını kumaş bezle bağlamak geçerli bir yöntemdir. Bu durumda bebeğin altı uykuya daldıktan hemen sonra kontrol edilmeli ve ıslaksa hemen değiştirilmelidir. Bu kontrolün bebeğin uykuya dalmasından hemen sonra yapılmasının nedeni bebeklerin idrarlarını genellikle bu arada yapmalarıdır.
Bebeğinizde pişik oluşumunu önlemek veya ortaya çıkmış bir pişiği tedavi etmek için aşağıdaki yöntemleri deneyin. Eğer sonuç alamazsanız doktorunuzla konuşun. Doktorunuz size kısa bir süre için kortizonlu bir preparat önerebilir. Ancak borik tinkür içeren herhangi bir bileşiği doktorunuz özel olarak önermediği sürece kullanmamalısınız, bu bebeğinizin cildine zarar verebilir.

Bebeğimin Pişiği Mikrop Kapmışsa Ne Yapabilirim?

Şayet bebeğinizin pişiği infekte olmuşsa aşağıdaki ipuçlarının herhangi bir yararı olmayacaktır. Bu durumda doktorunuz infeksiyonun tedavisi için başka bir tedavi önerecektir.

Pudralamak Yararlı mıdır?

Talk pudrası ve mısır nişastası önerilmez; talk pudrası bebeğinizin ciğerlerine zarar verebilir, eğer bir mantar infeksiyonu varsa mısır nişastası bunu kötüleştirebilir.

Bebeğim İçin Özel Bir Bez Kullanabilir miyim?

Eğer kumaş altbezi kullanıyorsanız bezleri yıkadıktan sonra 15 dakika kadar kaynatarak tüm mikropların ölmesini ve kimyaasl maddelerin uzaklaştırılmasını sağlamalısınız. Bazı hazır altbezleri içerdikleri emici bir jel sayesinde derinin kuru kalmasını sağlayabilirler. Bu tip altbezlerinin kullanımı bazı bebeklerde pişik oluşmasını önleyebilir. Ancak burada unutulmaması gereken en önemli nokta altbezlerinin sıklıkla değişmesi gerektiğidir.

Pişiği Önlemeye ve Tedavi Etmeye Yarayan İpuçları:

· Bebeğinizin altbezini saat başı kontrol edin ve ıslandığı zaman hemen değiştirin.

· Altbezi değişiminde bebeğinizin altını dikkatle temizlemelisiniz. Bu temizliği yaparken ılık, çok hafif sabunlu veya duru su kullanabilirsiniz.

· Bebeğinize yeni altbezi bağlamadan önce altının iyice kuruluğundan emin olmalısınız.

· Bebeğinizin cildini nemden korumak için çinko asit içeren kremler, A ve D vitamini içeren kremler veya vazelin kullanabilirsiniz.

· Altbezinin üzerine sentetik malzemeden yapılmış giysiler giydirmeyin.

· Eğer pişik devam ediyorsa kullandığınız altbezinin tipini, alt temizliğinde kullandığınız "ıslak" mendileri veya sabunu değiştirmelisiniz.

· Eğer kumaş altbezi kullanıyorsanız bu bezleri yıkadıktan sonra kimyasal maddelerden ve mikroplardan arındırmak için en az 15 dakika süreyle kaynatmalısınız.

EĞER:

· Pişik bebek henüz 6 haftalık iken ortaya çıkarsa,

· İçi su dolu kabarcıklar ve küçük yaralar oluşmuşsa,

· Bebeğinizin ateşi varsa,

· Bebeğiniz kilo kaybediyor veya her zamanki kadar yemiyorsa,

· İçi su veya cerahat dolu büyükçe kabartılar meydana çıkmaya başlamışsa,

· Kırmızı döküntüler kollara yüze veya saçlı deriye doğru yayılıyorsa,

· Yukarıdaki tedavi önlemlerini bir haftadır uyguladığınız halde durumda herhangi bir düzelme görülmüyorsa
HEMEN DOKTORUNUZA BAŞVURUN

ATEŞ

Çocuğunuz kendini iyi hissetmiyor; üşüyor ve titriyorsa ve alnı sıcaksa ateşi var demektir. Ateşinin yüksek olması, hastalığının ağır olduğunu göstermez. Aynı şekilde, hafif ya da normal ateşinin olması bebeğinizin hasta olmadığı anlamına gelmez.

Bebeğin normal vücut sıcaklığı 36-37.5 °C arasındadır. 38 °C ve daha yüksek bir ateş hastalık belirtisi olabilir.

Bebeğinizin Ateşini Nasıl Ölçmelisiniz?

Alnına elinizle veya dudağınızla dokunarak ateşi olup olmadığını anlayabilirsiniz. Yine de bundan daha emin olmak için bir termometre kullanmanızda fayda var. Dereceleri kolay okunabilen bir civalı termometre, kullanımı kolay ve güvenli olan sayısal termometre ya da sıcaklık gösteren şeritleriyle ısıya duyarlı olan şerit termometre kullanabilirsiniz. Ateşini ölçerken termometreyi koltuk altına koymanız en kolay ve en güvenilir sonuç veren bir yöntemdir. Cıva zehirli bir madde olduğu için cıvalı termometreyi bebeğinizin ağzına yerleştirip ateşini ölçmeniz hiç güvenli değildir.

Bebeğinizin ateşini ölçerken;

· Dereceyi sıkıca tutup sallayın ki, cıva yuvasında toplansın

· Dereceyi, cıva yuvası koltuk altına gelecek şekilde yerleştirin ve bebeğinizin kolunu yanında sabit olarak tutun. Böyle yaklaşık 3 dakika bekleyin.

· Bu arada bebeğinizin sıkılmaması için ilgisini başka bir yöne çekecek etkinlikler belirleyin. Örneğin şarkı söyleyin, kitap okuyun..

Bebeğinizin Ateşini Nasıl Düşürebilirsiniz?

Bebeğinizi serin tutmalısınız. Doğal kumaşlı hafif giysiler giydirebilirsiniz. Yemek yemiyorsa bol bol içecek tüketmesini sağlayın. Ilık banyo yaptırabilirsiniz. Bir süngerle vücudunu ovabilirsiniz. 5-10 dakika kadar suyun içinde beklemesi yeterli gelebilir. Ayrıca, ateş düşürücü ilaçlar (antipiretik) verebilirsiniz.

Hangi durumlarda doktor çağırmalısınız?

· Bebeğinizin yüksek ateşi varsa ( 38 °C ve daha yüksek ),

· Üç aydan küçükse,

· Kusuyor ve ishalse,

· Nedensiz bir şekilde ağlıyor ve inliyorsa,

· Alışılmadık bir şekilde uykulu ya da uyuşuksa,

· Beslenmiyorsa,

· Havale geçiriyorsa,

· Zor ve hızlı bir şekilde nefes alıp veriyorsa,

Endişe etmeniz gereken durumlar; şuur kaybı, bununla birlikte görülen çırpınmalar ve birkaç dakika süren kas hareketleridir. Böyle durumlarda hemen çocuğunuzu doktora götürmelisiniz.

HEMOFİLUS İNFLUENZA TİP B (HİB)

Hib (hemofilus influenza tip b ) 5 yaş altındaki çocuklarda sık görülen ve başta menenjit olmak üzere ölümle sonuçlanabilen birçok ağır hastalığa neden olan bir bakteridir. Hib kaynaklı enfeksiyonlar ,5 yaş altındaki her çocuk için ciddi bir tehdit oluşturmaktadır, çünkü; Özellikle 2 yaş altındaki bebeklerde vücudun kendini enfeksiyonlardan koruyan bağışıklık sistemi tam olarak gelişmemiştir. Bu nedenle çocuklar aşılanarak korunma altına alınmalıdır.

5 yaş altındaki çocuklarda görülen bakteriyel menenjitlerin en sık nedeni hib' dir hib nasıl bulaşır,nasıl yayılır? 5 yaş altındaki her 100 çocuktan 5'i hib bakterisini taşımaktadır. Hib enfeksiyonlarına yakalanan ya da sadece taşıyıcı olan çocukların solunum yollarında ve tükürüklerinde bol miktarda bulunan bakteriler öksürük,aksırık gibi yollarla dış ortama atılırlar. Sağlıklı çocukların ortamda bulunan hib bakterilerini soluması ile hastalık damlacık enfeksiyonu şeklinde kolayca bulaşır. Özellikle kreş ve ana okullarındaki çocuklarda hib enfeksiyonuna yakalanma riski daha fazladır.

Hib nasıl hastalık yapar?

Damlacık enfeksiyonu ile alınan hib bakterileri ,çocukların boğazında çoğaldıktan sonra kan dolaşımına geçerek farklı organlara yayılabilir ve yerleştiği organ veya bölgede hastalık yapar. Örneğin;hib beyin zarlarında yerleşirse menenjite,akciğerlerde zatürreeye ya da kulakta orta kulak iltihabına neden olur. Hib hangi hastalıklara neden olur? Hib,başta menenjit olmak üzere zatürree,kas ve eklem iltihabı,orta kulak iltihabı,sinüzit,yutak iltihabı gibi çeşitli enfeksiyon hastalıklarından sorumlu olabilmektedir. Hib enfeksiyonları ,aşı ile önlenebilir hastalıklardır.

Hib menenjit

Beyin ve omuriliği çevreleyen ve koruyan zarların iltihabına menenjit adı verilir. Menenjit ;baş ağrısı,kusma,kabızlık,ense sertliği,kabarık fontanel(bıngıldak),şuur bozuklukları ve yüksek ateş ile seyreden bir hastalıktır. 0-5 yaş arası çocuklarda görülen bakteriyel menenjitlerin en sık karşılaşılan etkeni hib'dir. Erken ve uygun tedaviye rağmen hib kaynaklı menenjit vakalarının % 20 sinde işitme kaybı(sağırlık),zeka geriliği,felçler ya da epilepsi ( sara) gibi nörolojik komplikasyonlar oluşmakta ,%3-8 i ölümle sonuçlanmaktadır. Bu oran gelişmekte olan ülkelerde daha da artmaktadır. Özellikle yuva,kreş ve anaokuluna giden çocuklarda menenjite yakalanma riski evde bakılan çocuklara oranla en az iki kat daha fazladır. Bu nedenle kalabalık ortamlarda bulunan bebek ve çocukların mutlaka hib aşısı ile aşılanması gerekmektedir.

Hib aşısı

Hib aşısı ,hemofilus influenza tip b mikrobunun parçalanarak etkisiz hale getirilmesi ile hazırlanmış olup ,çocukları bu mikropla oluşan hastalıklara karşı etkin bir şekilde korumaktadır. Hib aşısı ,bebek iki aylık olduktan sonra bir ay arayla 3 doz uygulanmalı ve bebek 18 aylık olunca bir hatırlatma dozu daha yapılmalıdır. 12 aylıktan büyük ( 1 yaşını doldurmuş) bebeklere hib aşısı tek doz şeklinde uygulanmakta ve etkin bir korunma sağlamaktadır. Hib aşısının yan etkileri hemen hemen yok gibidir.

Aşının,difteri,tetanos,boğmaca karma aşısı ile birlikte ,karıştırılarak aynı enjektör içerisinde ve aynı anda uygulanmasında ,herhangi bir sakınca yoktur. Aşının koruyuculuğu % 99-100 dür. Hib aşısı tek aşı olarak bulunabileceği gibi,pasteur merieux connaught tarafından geliştirilen beşli aşı içerisinde difteri,tetanos,boğmaca ve inaktive çocuk felci aşısı ile birlikte beşli aşı formunda üretilmektedir.

5'li karma aşı

Günümüzde baş döndürücü bir hızla gelişen bilim ve teknoloji sayesinde tedavisi güç ya da imkansız çeşitli hastalıklardan korunmamızı sağlayacak bir çok yeni aşı insanlığın hizmetine sunulmaktadır. Çocuklarımızın hayatını tehdit eden hastalıklara karşı geliştirilen her yeni aşı yeni bir iğne anlamına gelmektedir. Çok sayıda aşı için defalarca doktora gitmek,defalarca çocuğumuzun canını yakmak gerekmektedir.

Bu sorunun çözümü ancak çok sayıda aşının tek enjektörde bir araya getirilerek uygulanması ile mümkündür. Fakat çok sayıda aşının küçük bir hacimde etkinlik ve güvenilirliğinden bir şey kaybetmeden birleştirilmesi çok yüksek bir teknoloji gerektirmektedir.

Bilim dünyasındaki hızlı gelişmenin meydana getirdiği bu soruna pasteur merieux connaught 'un yüksek teknolojisi çözüm getirdi:pentact-hıb serum ve aşıda dünya lideri olan pasteur merieux connaught tarafından yüksek üretim teknolojisi ile üretilen bu aşı ,tam beş hastalığa karşı tek enjektörde koruma sağlamaktadır. Bu aşı ile difteri,tetanos,boğmaca ,çocuk felci ve menenjit başta olmak üzere hib kaynaklı enfeksiyonlara karşı vücudun farklı bölgelerinden defalarca aşı yapma gereği de ortadan kalkmıştır. Bebekler doğumu izleyen 2,4,6 ya da 2,3,4'üncü aylarda aşılanmalı,18. Ayda ek bir hatırlatma dozu uygulanmalıdır. Özel ince iğneli kendinden cam enjektörü uygulama kolaylığı sağlamaktadır.

HEPATİT A

Hepatit A Nedir?

Hepatit, halk arasında sarılık adıyla bilinen, karaciğerin harabiyeti ile karakterize bulaşıcı bir hastalıktır. Bu tip karaciğer hastalıklarının virüsler de dahil olmak üzere birçok nedeni vardır. Hepatit A, klinik açıdan balirgin sarılık ile seyreden hepatit olgularının % 20-40’ ını oluşturan yüksek derecede bulaşıcı Hepatit A virüsünün neden olduğu bir hastalıktır.

Hepatit A’ nın belirtileri nelerdir?

Bulaşıcı hastalığın ilk belirtileri ateş, yorgunluk, bulantı, kusma ve diyaredir.Bir veya iki hafta sonra karaciğer büyüyebilir ve sarılık görülebilir. Sarılık en kolay şekilde gözlerin beyaz kısmında fark edilir. Sarılık sırasında idrar koyulaşır ve dışkının rengi açılır. Hepatit A genellikle 3-6 hafta sürer, ancak bazı olgularda altı aya kadar devam eden uzun süreli ya da kötüleşerek tekrarlayan belirtiler olabilir. Hepatit A’ nın klinik belirtileri iki yaşın altındaki çocuklarda fark edilmeyebilir. Hastalık ileri yaşlarda görüldüğünde şiddeti ve ölüm riski artar.

Hastalık nasıl yayılır?

Hepatit A virüsü oral-fekal yolla, kişiler arası temasla ya da virüs bulaşmış su veya besinlerin alınmasıyla bulaşır. Virüs vücuda ağız yoluyla, özellikle yiyecek ve içeceklerle girer. Hepatit A’ lı olgular hastalanmadan iki hafta önce ve iyileştikten bir hafta sonrasına kadar hastalığı bulaştırırlar. Belirti göstermeden hastalığı geçiren çocuklar da, hastalığın yayılmasında sessiz birer kaynak oluştururlar.

Kimler risk altındadır?

Hepatit A, en sık sağlık koşullarının kötü olduğu aşırı kalabalık ortamlarda yaşayan kişiler arasında görülür, ancak herkes bu hastalığa yakalanabilir ve hastalığı diğer kişilere taşıyabilirler. Dolayısıyla Hepatit A dünya çapında bir problemdir. Salgınlar her yerde oluşabilir. Çocukların hijyenik tedbirleri çok iyi bilmemeleri nedeniyle enfeksiyon en yüksek görülme sıklığına çocuklarda ulaşır. Hepatit A, kreş, anaokulu ve okullarda kolayca yayılır.

Aileme nasıl yardımcı olabilirim?

Hastalıktan korunma, ellerin sık sık yıkanması, kontamine olma olasılığı bulunan besinlerin pişirilmesi, suların kaynatılması gibi primer hijyenik önlemleri içerir. Hijyen ve sağlık kurallarına uyulması, bulaşma riskini azaltabilir, ancak tamamen engelleyemez. Bugün Hepatit A hastalığından tam korunmanın en etkili yolu, aşılanmadır. Hepatit A’ ya karşı neden aşılanmalıyız? Hepatit A hastalığını geçirmemiş kişilerin korunması için çok önemli nedenler vardır, Hepatit A karaciğeri etkileyen yaygın bir hastalıktır. Hastalık, hijyen ve sağlık koşullarının kötü olduğu ortamlarda kolayca yayılır. Küçük çocuklar bulaşma açısından daha yüksek risk altındadır. Hastalığa yakalanan bir erişkin, yaklaşık bir ay süreyle işe gidemez; tam olarak iyileşmesi 6 ayı bulabilir. Hepatit A’ ya özel bir tedavi yoktur. Vakaların 1/1000’ i ölümcül olabilir. Aşıların etkinliği ve güvenirliği kanıtlanmıştır. Aşılanma hızlı ve uzun süreli korunma sağlar. Sadece hastalığı geçirmiş veya aşılanmış kişiler bağışıktır.

Kimler aşılanmalıdır?

Hastalığın bulaşma riski çocuklarda en yüksek düzeydedir ve bağışık olma olasılıkları en azdır. O nedenle küçük çocuklar aşılanmada öncelikli konumdadır. Hepatit A açısından risk taşıyan, aşağıdaki gruplarda yer alan erişkinlerin de aşılanması gerekir: Hepatit A’ nın sık görüldüğü bölgelerde yaşayan bireyler Kreş, yuva veya okula giden çocukları olan aileler ve bu kuruluşlardaki personel Gıda işinde çalışanlarSağlık çalışanları Askeri personel Seyahat edenler Kronik Hepatit B,C veya diğer kronik karaciğer hastalığı bulunan kişiler Bakımevlerinde kalan kişiler ve bakıcıları Aşılanma ne zaman yapılmalıdır? Aşılama, 2 yaşından itibaren her zaman yapılabilir. Özellikle küçük çocukları okula veya kreş, yuva, anaokuluna başlamadan önce aşılamak gerekir.

HEPATİT B

Hepatit b hastalığı karaciğerin iltihabına neden olan viral bir hastalık olup,hastalık bu virüsü taşıyan anneden bebeğe doğum esnasında bulaşabilmekte ve bebekte müzmin hepatit adı verilen karaciğerin iltihaplanmasına,karaciğer yetmezliğine siroz ve daha sonra karaciğer kanserine yol açmaktadır.

Hepatit b virüsinün daha farklı bulaşma yolları da mevcut olup bunlar,kan ve kan ürünleri yoluyla (hastalığı taşıyan kişiye uygulanan bir iğnenin sağlam kişiye batması. Kan nakli ile) tükürük dahil tüm vücut salgılarıyla,cinsel ilişki ile de olabilmektedir. Hepatit b hastalığının yayılmasında aile içi geçiş ve kreş , okul gibi toplu yaşanan yerlerde görülen bulaşma oranı önemli bir rol oynamaktadır.

Ülkemizde hepatit b konusunda yapılan araştırmalar sonucunda yaklaşık 3 milyon kişinin bu hastalığı taşıdığı ve her yıl 160. 000 bebeğin bu virüsü taşıyan annelerden doğduğunu ortaya koymaktadır. Bebek,bu virüs ile doğum esnasında göbek kordonu kesilirken temas etmekte ve bu bebeklerin %90'ı kronik(müzmin) taşıyıcı olmaktadırlar. Hepatit b mikrobu taşıyıcısı olan her yüz bebekten onunun siroz ya da karaciğer kanseri olacağı dikkate alındığında tedavisi olmayan bu hastalığın boyutları korkutucu olmaktadır. Hastalığı taşıyan bireylerin öneli bir bulgu vermemesi bu hastalığın yayılımını kolaylaştırmıştır. O nedenle ,tüm anne adaylarının hepatit b yönünden bir kan testi yaptırmaları ,doğacak bebekleri açısından son derece önemlidir. Bu test sonucunda ,anne hepatit b taşıyıcısı çıkarsa bebeğin koruma altına alınması gerekmektedir . Geç kalındığında ise bu hastalığın tedavisi olmadığından yapılabilecek pek fazla bir şey kalmamaktadır.

Anne adayları ,hepatit b yönünden taşıyıcı çıkmasa bile ,bu hastalığın toplumumuzdaki sıklığı düşünüldüğünde bebek ve diğer aile bireylerinin mutlaka aşılanması gerçeği ortaya çıkmaktadır. Dünya sağlık örgütü,çok ciddi boyutları olan hepatit b hastalığına karşı aşılamayı 1997 yılı başından itibaren tüm ülkelerde zorunlu hale getirmiştir.

Hepatit b aşısı

Hepatit b virüsü ,parçalanarak hastalık yapma kabiliyeti ortadan kaldırılmakta ve etkisiz hale getirilen bu mikrobun bazı bölümleri alınarak hazırlanan aşılar tüm dünyada yaygın olarak kullanılmaktadır. Aşının hastalık yapma ihtimali kesinlikle yoktur.

Günümüzde geliştirilen modern aşılar sayesinde bu hastalığa karşı artık % 100'e yakın bir korunma söz konusu olup ,bu aşının bedelinin tamamı devletimiz tarafından karşılanmakta,devlet memurları ve sigortalılar aşı için herhangi bir bedel ödememektedir. Hepatit b aşısı ,1 ay arayla 3 doz ve ilk dozdan bir yıl sonra uygulanan bir hatırlatma dozu şeklinde 4 defa uygulanmaktadır. Bu şema ile oldukça yüksek ve kalıcı bir korunma sağlanmaktadır. Hepatit b aşısı için geçerli olan diğer bir şema ise 1 ay ara ile uygulanan 2 doz ve ilk dozdan 6 ay sonra uygulanan hatırlatma dozu şeklindedir. Aşı adale içerisine ya da cilt altına uygulanabilmekte ve % 100 koruyucu olmaktadır. Hepatit b aşısı ,diğer aşılar ile birlikte aynı anda farklı bölgelerden uygulanabilmektedir.

Taşıyıcı anneden doğan bebeklerin tercihen doğduğu gün ya da ilk üç gün içerisinde mutlaka birinci doz aşıyı alması gerekmektedir. Üç doz aşısını ve birinci yıldaki ilk hatırlatma dozunu alan tüm çocuk ve erişkinlerin her beş yılda bir tek doz hepatit b aşısı olmaları önerilmektedir. Bu aşı sadece bir çocukluk aşısı olmayıp,hepatit b ile temas etme olasılığı olan herkese, yani taşıyıcı olmayan bebek, ,çocuk,erişkin,yaşlı tüm bireylere uygulanmalıdır. Aşının hiçbir ciddi yan etkisi yoktur.

ÇOCUK FELCİ

Çocuk felci hastalığının nedeni,polio virüsü denilen bir mikroptur. Çevre koşularının kötü olduğu yerlerde suların,besinlerin mikroplu dışkı ile kirlenmesi ve kalabalık ortamlarda havaya yayılan mikropların solunmasıyla bulaşır. Hastalığa yakalanan çocuklarda hafif ateş,baş ağrısı,kas ağrıları,bulantı -kusma gibi her hastalıkta görülebilecek ortak bulgular mevcuttur. Bazı çocuklarda hastalık bu bulgularla sınırlı kalırken , bazılarında ise ,kalıcı felçler meydana gelmektedir. Felçler çok tipik olarak yumuşaktır. Yani kaslar sert ve kasılmış durumda değildir. Felçler genel olarak, çocuğun kendini ayağa kaldırmasında ve yürümesinde güçlük şeklinde ilk bulgularını verir. Çoğu hastada felç olan bacak ya da kolda duyu kaybı yoktur. İğne batırıldığında bunu hissederler. Bir yaşından büyük yaş grubundaki hassas çocuklar ve yetişkinler mikrobu kaptıklarında felç gelişmesi açısından daha büyük risk altındadırlar. Felç gelişen hastalarda ölüm oranı %2 ile % 20 arasında değişmekte ancak ,beyindeki solunum merkezinin etkilenmesiyle bu oran % 40'a kadar çıkabilmektedir.

Çocuk felci hastalığının çiçek hastalığında olduğu gibi ülkemizde ve tüm dünyada kökünün kazınması için yoğun çalışmalar yapılmaktadır. Bazı ülkeler bunu başarmıştır ama ne yazık ki Türkiye'nin de aralarında bulunduğu birçok ülke için çocuk felci büyük bir sorun olmaya devam etmektedir. Tedavisi bulunmayan ,kalıcı sakatlıklar ve ölümlere neden olan bu hastalığın kökünün kazınması , ancak aşılanma ile mümkündür. Hem bu açıdan hem de virüsün çevremizde yaygın olarak bulunması nedeniyle çocuk felci aşılamasının önemi oldukça artmaktadır.

Çocuk felci aşıları

Günümüzde çocuk felci hastalığına karşı kullanılan iki farklı aşı vardır. İnaktive çocuk felci aşısı (enjeksiyon şeklinde uygulanır ) ve oral çocuk felci aşısı (ağızdan damla şeklinde verilir. ) inaktive çocuk felci aşısı ölü aşıdır. Son derece güvenli ve etkin olması en önemli özelliğidir. Yaşamın ikinci ayından başlayarak 1- 2 ay arayla toplam 3 doz enjeksiyon şeklinde uygulanır. Bebek 18 aylık olduğunda bir hatırlatma dozu daha yapılmalıdır.

Pasteur Merieux Connaught tarafından geliştirilen beşli aşı içerisinde difteri,tetanos,boğmaca ve hib aşıları birlikte bulunmaktadır. Başta sanayileşmiş ülkeler olmak üzere bir çok ülkede yaygın olarak kullanılmaktadır. Çocuk felcine karşı bireysel korunmanın sağlanmasında vazgeçilmez bir aşıdır. Oral çocuk felci aşısı ağızdan damla şeklinde verilerek uygulanmaktadır. Oldukça etkin bir aşı olmakla birlikte aşının verilmesi sırasında çocuğun kusması ya da tükürmesi gibi durumlardan olumsuz etkilenebilmektedir. Aşı uygulanması esnasında ishali olan bebeklere bir ay sonra bir doz aşının daha uygulanması tavsiye edilmektedir. Çocuk felcine karşı toplumsal korunmanın sağlanmasında önemi vardır.

İnaktive ve oral çocuk felci aşılarının birlikte kullanımı Yapılan çalışmalar,bu hastalığa karşı en iyi korunmanın inaktive ve oral çocuk felci aşılarının ardışık kullanılması ile sağlanabileceğini göstermektedir. Ardışık kullanım önce inaktive ,ardından oral olmak üzere çocuğa farklı zamanlarda her iki aşının da verilmesi prensibine dayanır. Birçok ülkede tercih edilen bu uygulama ;aşılamaya 2,4,6 ya da 2,3,4. Aylarda beşli aşı ile başlanan çocuklara 18. Aydaki hatırlatıcı dozun ağızdan oral aşı şeklinde verilmesi ile gerçekleştirilmektedir. İnaktive ve oral çocuk felci aşılarını ardışık kullanmanın sağladığı en büyük avantaj ,inaktive aşı ile önce bireysel korunmanın sağlanması,daha sonra oral aşı ile toplumsal korunmanın sağlanmasıdır. Böylece çocuk felci hastalığına karşı hem bireyde hem de toplumda çok güçlü ve kalıcı bir bağışıklama sağlanması mümkün olur. Çocuk felci aşılarının her iki çeşidi de ,difteri,tetanos,boğmaca ve diğer çocukluk aşıları ile birlikte ve aynı gün uygulanabilir. Aşı uygulanmasından sonra annelerin bebeklerini emzirmesinde herhangi bir sakınca yoktur. Aşıdan hemen sonra dahi bebeğe mama,süt ve diğer besinler verilebilir,herhangi bir süre kısıtlaması yoktur.

DİFTERİ, BOĞMACA, TETANOZ

Çocukluk döneminin ağır ve ciddi hastalıklarından olan difteri,boğmaca ve tetanos hastalıkları yapılan geniş aşılama çalışmaları ile önemli derecede ortadan kaldırılmış olmakla birlikte maalesef tüm çabalara rağmen bu hastalıkların kökü kazınamamıştır. Bu üç hastalık artık ender olarak görülse de hastalığın ciddiyeti, olumsuz sonuçları ve ölümlere yol açması bu hastalıklara karşı aşılamanın önemini açıklamaktadır.

Difteri

Difteri,salya ve tükürük gibi salyalarla temas edilmesi veya bu mikropla kirlenmiş maddelerin (oyuncak vb. ) ağıza götürülmesiyle ve solunum yoluyla bulaşmaktadır. Difteri mikrobu çok güçlü bir zehir salgılayarak burunda ve boğazda solunumu engelleyici bir enfeksiyona, kalp yetmezliğine, sinir sisteminde hasarlara neden olabilir. Hastalanan her on kişiden birisi maalesef her türlü tedaviye rağmen hayatını kaybetmektedir.

Boğmaca

Boğmaca tüm yaşlarda ve hatta erişkinlerde bile ortaya çıkabilen,nefes almayı engelleyecek biçimde öksürük nöbetlerine neden olan bir hastalıktır. Bu öksürük nöbetleri 6-12 hafta arasında sürmekte ve bu nöbetlerin ardından birçok çocukta kilo kayıplarına bile neden olabilen kusmalar görülmektedir. Ayrıca, boğmaca 1 yaş altındaki çocuklarda daha sık olmak üzere zatürreeye,beyin ve göz içi kanamalarına ve ölümlere neden olabilmektedir.

Tetanoz

Tetanos mikrobu, genellikle toprakta yaşayan, vücuda çok küçük yara ve kesiklerden dahi girebilen bir mikroptur. Mikrop salgıladığı "tetanos zehri" ile omuriliğe ve sinir sistemine zarar vermekte ve gelişmiş tüm tedavi olanaklarına rağmen hala 10 hastadan 6'sının ölümüne yol açmaktadır. Oksijensiz ortamda yaşayan bu mikrop paslı çivi, bıçak gibi maddelerin yanı sıra cam kesiği, hayvan pisliği ve açık yaraların toprakla temas etmesi ve sonucunda insanlara bulaşmaktadır.

Tetanoz hastalığı en sık yaşamın birinci ayının bitiminden önce görülmekte ve "yeni doğan tetanosu" adını almaktadır. Yeni doğan bebekler, tetanos mikrobuyla ya sağlıksız şartlardaki doğum esnasında yada doğum sonrası göbek bağının steril olmayan koşullarda yapılması nedeniyle karşılaşmaktadır. Doğum sonrasında göbek kordonunun mikropla temas etmiş bıçak, jilet ve hatta cam ile kesilmesi sonucunda bebeğe bulaşmakta ve kana karışan mikroplar yoluyla hastalık ortaya çıkmaktadır. Bu bebeklerin hemen hepsi her türlü tedaviye rağmen daha yaşamın ilk günlerinde ölmektedirler.

Tetanoz hastalığının bebeklerdeki en önemli üç belirtisi; emme güçlüğü kasılmalar ve teskin edilemeyen ağlamadır. Bebekleri yeni doğan tetanosundan korumak için, anne adaylarının gebeliklerinin 3. Ayından itibaren mutlaka tetanos aşısı olmaları gerekmektedir. Tetanos aşısı olmaları gerekmektedir. Tetanos aşısı hem anneyi hem de bebeği koruyacağı gibi ne anne nede doğacak bebeğine karşı zararlı bir etkisi olmaz. İster hastanede, ister farklı bir ortam ve koşulda doğum yapılacak olsun tüm anne adaylarının aşılanması gereklidir. Bu uygulama devletimizin sağlık politikasıdır.

Difteri,boğmaca ve tetanoz aşısı (3'lü karma aşı) Karma aşılar,çocukları difteri,boğmaca ve tetanoz hastalıklarına karşı korumak için uygulanmaktadır. Yeni doğan bir bebek ,yaşamını ikinci ayından itibaren 1-2 ay arayla 3 kez aşılanmalı ve ardından 18. Ayda bir hatırlatma dozu yapılmalıdır. İlkokul 1. Sınıfında ise boğmaca çıkarılarak,sadece difteri-tetanos karma aşısı yapılmalıdır. (bu dönemde ayrıca verem,çocuk felci ve kızamık-kızamıkçık-kabakulak aşıları uygulanmalıdır. ) gelişen bilim ve teknoloji,çok sayıda hastalığa karşı tek enjeksiyon ile koruma sağlamaya yönelik yeni aşıları geliştirme çabasındadır. Günümüzde difteri,boğmaca ve tetanos aşılarına çocuk felci ve hib menenjit aşısı eklenerek oluşturulan beşli aşı pasteur merieux connaught tarafından geliştirilerek kullanıma sunulmuştur. Dünyanın ilk beşli aşısı olan bu aşı ilerdeki bölümlerimizde ayrıntılı olarak anlatılmıştır. Aşı kola ya da bacağın ön kısmına adale içi yolla ya da cilt altına uygulanmaktadır.

KABAKULAK

Kabakulak,damlacık enfeksiyonu ile insandan insana bulaşmakta ve ateş,baş ağrısı,kulak ağrısı şeklinde belirtiler veren ve kulak memesi hizasında yanaklarda tek veya çift taraflı şişliğe neden olan tükürük bezlerinin iltihabıdır. Hastalık yapan kabakulak virüsü,vücuda girdikten sonra kan yoluyla yayılmakta ve ayrıca pankreasın iltihaplanmasına ,beyin ve omuriliği saran zarların iltihaplanmasına (menenjit) ,erkek ve kadınlarda yumurtalıkları iltihaplanmalarına da neden olabilmekte ve sağırlık,kısırlık gibi kalıcı hasarlara yol açabilmektedir.

Kabakulak Aşısı

Hastalık yapan bu üç virüsün zayıflatılması ve hastalık yapıcı etkilerinin ortadan kaldırılması yoluyla geliştirilen üçlü kızamık,kızamıkçık ve kabakulak karma aşısı,yıllardır tüm dünyada güvenle kullanılmaktadır.
Bebekler anne karnındayken annenin bu hastalıklara karşı oluşturduğu bağışıklık cisimciklerini ( antikorlar) almakta ve bu şekilde yaşamın ilk aylarında doğal olarak korunmaktadırlar. Ancak,anneden geçen bu antikorların yavaş yavaş ortadan kalkması nedeniyle bebekler 9. Aydan itibaren korunmasız olarak kalabilmektedir. Bu nedenle tüm bebeklerin 9. Aydan itibaren mutlaka bir doz kızamık aşısı almaları gerekmektedir. Kızamık,kızamıkçık ve kabakulak karma aşısı,eğer bebeğe 9. Ayda kızamık aşısı yapılmadıysa 12. Aydan itibaren uygulanmalıdır. Fakat 9. Ayda kızamık aşısı uygulanmışsa kızamık,kızamıkçık ve kabakulak karma aşısının yapılma zamanı 15. Ay olmalıdır. Kızamık. Kızamıkçık ve kabakulak karma aşısı olan bebeklerde ,nadiren aşıdan 5 ile 12 gün sonra hafif ateş ve bazı hafif deri döküntüleri olabilmekte ve bu belirtiler tedaviye gerek kalmadan 1-2 günde kendiliğinden iyileşmektedir. Bu bebeklere doktor tavsiyesiyle bir iki gün süreyle ateş düşürücü şurup ya da fitil verilebilir . Kızamık. Kızamıkçık ve kabakulak karma aşısı ,bu hastalıklardan herhangi birini geçirmemiş erişkinlere de uygulanabilir. Aşı yapılacak kişinin örneğin önceden kabakulak geçirmiş olması,bu üçlü karma aşının yapılmasını engelleyici bir neden değildir. Sadece hamilelere uygulanmaması gerekir.

KIZAMIK

Çok bulaşıcı bir akut virüs enfeksiyonudur; özel bir tedavisi yoktur, rahatsızlık veren belirtileri gidermeye yönelik ilaçlar kullanılır.

Nedenleri

Kızamığın etkeni olan virüs, hastaların burun ve yutak salgılarıyla çıkan damlacıklarda bulunur; ağız ya da burundan üst solunum yollanna ya da dolaylı olarak konjunktiva mukozasına girer. Vücuda girdiği yerde üreyerek düşük miktarda bütün vücuda yayılır ve lenf dokusu hücrelerinde üremeyi sürdürür.Daha sonra ikinci kez, çok daha uzun süreli ve kitlesel olarak kana yayılır; bu döneme ilişkin ilk belirtiler virüsün bulaşmasmdan yaklaşık 9-10 gün sonra ortaya çıkar. Hastalık bu aşamadan sonra, 14-15'inci güne değin çok bulaşıcıdır. Virüsün vücuda girmesinden yaklaşık 14 gün sonra döküntülerin başlamasıyla virüsün üremesi azalır; 16. günden sonra genellikle kanda virüse rastlanmaz. Yalnız idrarda bulunan virüs bu ortamda varlığım günlerce sürdürür. Döküntüler kanda hastalığa özgü antikorların belirmesi ve hastanın iyi-leşmeye başlamasıyla aynı dönemde görülür; kızarıklıkların pul pul dökülmeye başlamasıyla bulaşıcılık dönemi bütünüyle sona erer.

Bulaşma

Kızamığın derideki belirtileri yaygın döküntülerdir. Kızamık tüm dünyada yaygın olarak rastlanan döküntülü bir hastalıktır. Etkeni, çok küçük ve vücudun dışındaki kimyasal ve fiziksel etkenlere karşı çok az direnci olan bir virüstür. Hastadan sağlıklı kişilere üst solunum yolları yoluyla ve özellikle konuşurken ve öksürürken çıkan tükürük damlacıkları aracılığıyla kolayca bulaşır. Bulaşmanın bu kadar kolay oluşu nedeniyle kızamık genellikle ilkbahar ve sonbahar aylarında küçük salgınlar halinde görülür. Kızamık salgınında hastalığa önce çocuklar yakalanır; erişkinlerin büyük bir bölümü ile üç aylıktan küçük bebekler salgını, hastalığa yakalanmadan atlatabilir. îlk bakışta tuhaf görünen bu olay kolayca açıklanabilir. Vücut ilk kez virüsle karşılaştığında hastalığa yakalanır ve virüse özgü antikor üretmeye başlar. Kandaki bu antikorlar virüsle yeniden karşılaştığında, virüsü etkisizleştirir; böylece hastalığa karşı direnç geliştirilmis olur. Sütçocukları anne karnındaki yaşamlannda bu antikorları annelerin-den aldıklanndan, erişkinlerin büyük bir bölümü de çocukluk çağında hastalığa tutulduklarından salgından etkilenmezler. Hastalığın ileri derecede bulaşıcı olması nedeniyle 2-4 yılda bir kızamık salgınları ortaya çıkar. Bir toplulukta salgın görüldüğünde, bağışıklığı olmayan bütün bireyler hastalanır ve bağışıklık kazanır; bu nedenle, hastalığa yakalanacak yeni bireylerin ortaya çıkması için belli bir süre geçmesi gerekir.

Hastalığın Belirtileri

Kızamıkta sıklıkla belirgin olarak birbirinden ayrılabilen dört dönem gözlenir: Kuluçka dönemi, döküntü öncesi dönem (prodrom dönemi), döküntülü dönem ve iyileşme dönemi. Bulaşma kuluçka döneminde anında başlar, virüs 8-12 gün boyunca vücutta belirti vermeden ürer. Normal olarak 10. günde döküntü öncesi dönem başlar, ateş hızla yükselir ve ağızda yanağın içinde, azıdişleri hizasında kırmızı bir alanla çevrili küçük beyaz lekeler belirir; bu lekeler ilk tanımlayan hekimin adıyla anılır (Koplik lekeleri). 2-3 günden fazla sürmeyen bu dönemde çocuk isteksiz, yorgun ve uykuludur; iştahı azalmıştır, aksırır, hırıltılı, inatçı ve kuru bir öksürüğü vardır; sulanan ve kızaran gözleri güçlü ışıktan rahatsız olduğundan ışıklı ortamlar dan uzak durur. Bu aşamada kızamığa henüz tam konmamış olsa da son derece bulaşıcıdır ve çocuğun enfeksiyonu aile bireylerine yayma olasılığı yüksektir. Ateşin geçici olarak azalmasıyla döküntülü dönem başlar. Döküntüler başlangıçta düz, sınırları belirgin pembe renkli küçük lekeler biçimindedir; daha sonra hafifçe kabanr, büyür, sayılan artar ve giderek koyulaşıp kırmızılaşır. Döküntüler çıkarken ateş yemden yükselir ve çocuğun genel durumu kötüleşir. Sürekli yatmak ister ve çok yorgundur, gözleri kolayca sulanır, aksırıklar yerini gerçek bir soğuk algınlığına bırakır, öksürük hala hıntılı ve çok rahatsız edicidir, özellikle küçük çocuklarda ishal görülür. Döküntülerin ortaya çıkmasından üç ya da dört gün sonra, ateş hızla düşer; kırıklık hali, öksürük ve soğuk algınlığı kaybolur, çocuk rahatlamış görünür. Döküntüler de ilk ortaya çıktığı bölgelerden başlayarak hızla solar. Kızarıklıkların pullanarak dökülme döneminin ardından çocuğun tümüyle iyileştiği söylenebilir. Döküntüler hiçbir iz bırakmadan hızla kaybolur; özellikle yüz ve boyun çevresindeki deri pul pul dökülür. Ne var ki, hastalığın bu son evresi her zaman fark edilmez, özellikle hastalığın hafif geçtiği olgularda hiç görülmez.

Görülebilecek Komplikasyonlar

Tüm olguların yaklaşık yüzde 6'sında komplikasyonlar görülür; iki yasma kadar ve erişkinlerde bu oran daha yüksek olabilir.

En sık rastlananlar solunum sistemi komplikasyonlandır; döküntülerin ortaya çıkmasından önceki dönemde ve dö-küntülü dönemde başlayan ve olguların büyük bir bölümünde kızamık virüsünün doğrudan etken olduğu bronş-akciğer iltihapları (bronkopnömoni) ile genellikle bakteri kökenli enfeksiyonlara bağlı olarak iyileşme döneminde görülen-bronş-akciğer iltihaplan ayırt edilmelidir. îlki özellikle küçük çocuklarda çok ağır geçer ve virüs kökenli olduğundan antibiyotik tedavisiyle tedavi edilmez. Geç dönemde görülen bakteri kökenli bronş-akciğer iltihaplarında, ateş, irinli ve balgamlı öksürük ile solunum güçlüğü görülür. Bu tablo, antibiyotiklerle tedavi edilebildiğinden pek tehlikeli sayılmaz. Bir başka solunum sistemi komplikasyonu da üç yaşından küçük çocuklarda görülen ve solunum güçlüğüne neden olan gırtlak iltihabıdır (laren-Jit). Geçmişte çok sık görülen irinli kulak iltihabı (otit) antibiyotik tedavisinin uygulanmasından sonra giderek azalmıştır; virüs kökenli iltihabın yerleştiği ortakulak mukozasında bakterilerin üremesiyle oluşur. Kızamık komplikasyonlanndan en tehlikeli olanı son yıllarda daha sık görünen beyin iltihabıdır (ensefalit). Bin olgudan birinde görülen beyin iltihabı sıklıkla 2-9 yaş arasında ortaya çıkar. iyileşme döneminde ateşin yeniden yükselmesiyle başlar, havale nöbetleri ve koma görülür. Ender rastlanan bazı olgularda çok erken dönemde, döküntüler ortaya çıkmadan önce de başlayabilir. Klinik belirtiler genellikle çok değişken ve ağırdır. Çocuğun 1-2 gün içinde ölmesine yol açan biçimleri de vardır.

Tanı

Döküntü ortaya çıkmadan önce kızamık tanışı koymak, hastalığın bulaşıcı olup olmadığı da bilinmiyorsa, çok güçtür, îlk belirtiler (ateş, soğuk algınlığı, öksürük vb) kesinlikle hastalığa özgü değildir ve grip gibi üst solunum yolları enfeksiyonlannda da görülür. Erken dönemde görülen Koplik lekeleri tanı açısından büyük önem taşır. Kızamığa özgü döküntüler gerek özellikleri, gerek ortaya çıkış biçimi (kulakların arkasından başlayıp yüze ve vücuda yayılması) açısından tanıyı kolaylaştırır. Gene de döküntünün yukarıda betimlenenden farklı olabileceği de unutulmamalıdır; lekeler kimi zaman çok küçük ve soluk, kimi zaman da büyüktür ve içi sıvı dolu küçük keseciklerle kaplıdır. Kimi zaman döküntülerin altındaki kılcal damarlar çatlar ve kanamaya benzer bir görünüm ortaya çıkarsa da çok önemli değildir. Döküntülerin görünümü hastalığın gidişini hiçbir zaman etkilemez. Koplik lekeleri başka hiçbir hastalıkta görülmediğinden, kızamağın erken dönemde, özellikle bulaşıcılığın en yüksek olduğu dönemde tanınmasını sağlar.

Tedavi

Kızamık virüsünü yok eden özel bir ilaç olmadığından belirtileri hafifletmeye yönelik tedavi uygulanır. Kon-junktivit için gözler ılık borik asitle yıkanır ve gözkapaklan özenle temizlenir. Soğuk algınlığı sırasında günde birkaç kez burna damar büzücü damla damlatılırsa çocuk daha kolay soluk alıp verebilir, îshal başlasa da özel bir tedavi gerekmez, çocuğa bir iki gün sıvı besinler verilir. Yalnızca solunum sistemi belirtilerinin ağır olduğu az sa-yıdaki olguda, antibiyotik tedavisi gerekir.
Hasta evinde uygun koşullar sağ-landığında rahatlıkla tedavi edilebilir ve komplikasyonlardan korunur. Beslenme ve ortam özellikle önemlidir. Küçük hasta en az on gün yalnız kalacağından, özellikle nezleli ve dökün-tülü dönemlerde odasmın rahat ve konforlu olması, iyi havalanması, ama hava akımının olmaması, oda sıcaklı-ğının 20°C kadar olması ve odanın aşırı aydınlatılmamış olması gerekir. Bu arada hastanın yalıtılmasının da (karantinaya alınmasınm) tartışmalı olduğunu belirtmek gerekir. Çünkü hastalığın en bulaşıcı olduğu aşama, henüz tanı konulamayan döküntü ön-cesi dönemdir.
Hastalık sırasında sıvı ya da yarı sıvı, kolay sindirilen, sebze çorbası, sütte ezilmiş bisküvi, taze meyve suyu (özellikle şekerli limonata ve portakal suyu) gibi besinler verilmelidir. Özellikle iştahın az, ateşin yüksek olduğu döküntülü evrede çocuk yemek için zorlanmamalıdır.

Korunma

Günümüzde en etkili korunma yöntemi kızamık virüsüne özgü insan gamma globülinidir.
Salgınlarda ve çocuğun sağlığının başka hastalıklar nedeniyle kötü olduğu dönemlerde korunmaya önem verilmelidir. Gammagiobülin, bulaşmadan önce uygulandığında, kızamığı etkili bir biçimde önler; geç uygulandığında etkisizdir, yalnızca belirtileri hafifletir. Kızamık çocuklarda erişkinlere göre daha ağır geçtiğinden en iyi önlem gammagiobülin kullanılarak hastalığın hafif geçmesinİ sağlamaktır. tki ya da üç yaşından küçük çocuklar dışındaki bireylerde bulaşmayı önlemektense koruyucu önlemlereağırlık vermek önerilir. Hastalığı geçiren çocuğun vücudunda kızamık virüsüne özgü antikorlar üretildiğinden yaşam boyu bağışıklık kazanılır. Kızamık aşısı da korunma sağlayabilir; bu amaçla tavuğun embriyon hücrele-rinden elde edilen ve etkinliği azaltılmış bir kızamık virüsü türü kullanılır. Aşı, tek dozda derialtına şırınga edilir. Bebeklere dokuz aydan başlayarak kızamık aşısı yapılabilir. Bu durumda yüzde 95 koruma sağlanır. Bir yaşında yapılan aşılarda ise, koruma oranı yüzde 99'dur. Salgın durumlannda altı aylık bebekler de aşılanabilir. Ama aşının sonradan yinelenmesi gerekir. Aşıdan sonra çocuk çok hafif bir enfeksiyon geçirebilir, ve kalıcı bağışıklık kazanır.

KIZAMIKÇIK

Kızamıkçık,damlacık enfeksiyonu yoluyla insandan insana bulaşan ve ateş,boğaz ağrısı ve vücutta bir kaç gün süren deri döküntülerine neden olabilen bir hastalıktır. Hastalık yuva,kreş ve okul gibi kalabalık ortamlarda çok kısa sürede bulaşabilmekte ve çocuklarda genellikle hafif geçirilmektedir. Hastalık ergenlik çağında ve erişkinlerde daha ağır seyretmektedir. Birçok genç erişkinde ve büyükte kızamıkçık enfeksiyonu sırasında büyük eklemlerde ağrı ve kızarıklıkla seyreden eklem iltihapları görülür. Eklem sorunları kısa sürede geçer ancak nadiren kronikleştiği de olur.

Kızamıkçığın en önemli ve ciddi tablosu hamile bayanların kızamıkçığa yakalanması sonucunda ortaya çıkmaktadır. Hamileliğin erken dönemlerinde kızamıkçığa yakalanılırsa bebekte körlük,sağırlık,beyin gelişimi bozuklukları ve zeka geriliği ,kalp bozuklukları,hatta düşükler ve ölü doğumlar görülebilir. Bu nedenle tüm kadınların hamile kalmadan önce bir kan testi ile kızamıkçık geçirip geçirmediğinin tespit edilmesi gerekmektedir. Eğer hastalık daha önce geçirilmediyse tüm bayanların kızamıkçık aşısı ile aşılanmaları ve 3 ay süreyle hamile kalmamaları tavsiye edilmektedir. Aşılanan kişilerin %98'i bu hastalığa karşı yaşam boyu korunmaktadırlar.

Kızamıkçık Aşısı

Hastalık yapan bu üç virüsün zayıflatılması ve hastalık yapıcı etkilerinin ortadan kaldırılması yoluyla geliştirilen üçlü kızamık,kızamıkçık ve kabakulak karma aşısı,yıllardır tüm dünyada güvenle kullanılmaktadır.
Bebekler anne karnındayken annenin bu hastalıklara karşı oluşturduğu bağışıklık cisimciklerini ( antikorlar) almakta ve bu şekilde yaşamın ilk aylarında doğal olarak korunmaktadırlar. Ancak,anneden geçen bu antikorların yavaş yavaş ortadan kalkması nedeniyle bebekler 9. Aydan itibaren korunmasız olarak kalabilmektedir. Bu nedenle tüm bebeklerin 9. Aydan itibaren mutlaka bir doz kızamık aşısı almaları gerekmektedir. Kızamık,kızamıkçık ve kabakulak karma aşısı,eğer bebeğe 9. Ayda kızamık aşısı yapılmadıysa 12. Aydan itibaren uygulanmalıdır. Fakat 9. Ayda kızamık aşısı uygulanmışsa kızamık,kızamıkçık ve kabakulak karma aşısının yapılma zamanı 15. Ay olmalıdır. Kızamık. Kızamıkçık ve kabakulak karma aşısı olan bebeklerde ,nadiren aşıdan 5 ile 12 gün sonra hafif ateş ve bazı hafif deri döküntüleri olabilmekte ve bu belirtiler tedaviye gerek kalmadan 1-2 günde kendiliğinden iyileşmektedir. Bu bebeklere doktor tavsiyesiyle bir iki gün süreyle ateş düşürücü şurup ya da fitil verilebilir . Kızamık. Kızamıkçık ve kabakulak karma aşısı ,bu hastalıklardan herhangi birini geçirmemiş erişkinlere de uygulanabilir. Aşı yapılacak kişinin örneğin önceden kabakulak geçirmiş olması,bu üçlü karma aşının yapılmasını engelleyici bir neden değildir. Sadece hamilelere uygulanmaması gerekir.

KIZIL

Tanım

Kızıl, çocuğun bütün derisinde özgün bir kırmızımsı-pembe döküntü oluşturan, oldukça yaygın bir çocukluk hastalığıdır. Boğaz ağrısına da yol açan streptokok bakterilerinden yol açtığı kızıl, kolayca tedavi edilen bir hastalıktır.

Nedenleri,Görülme sıklığı,Risk faktörleri

Kızıla yol açan bakteri, aynı zamanda bademcik iltihabına ve birçok boğaz ağrısına da yol açan streptokoklar grubundandır. Kızıl hastalığından sorumlu olan streptokok türü boğaz ve bademciklere yayılarak, çoğalır. Bakteriler çoğalmaları sırasında toksin üretirler ve bu toksin biriktikçe, kan dolaşımı aracılığıyla bütün bedeni etkilemeye başlar. Bakteriler öksürük ve hapşırmayla, ayrıca enfeksiyonu taşıyan insanlarla temasla bulaşabilir. Bedene girmelerinden sonra, kuluçka dönemi altı gün kadar sürer.

Belirtiler

En kötü biçimiyle kızıl, çocuğun ateşinin apansız çok fazla yükselmesiyle başlar; ayrıca çocuk kızarır, boğazı ağrır, bademcikleri şişerek kızarır ve beyaz bir zarla kaplanır. İkinci gün, yüzü kırmızı bir renk alır ve döküntü bedenin her yerine yayılır. Kabarık lekeler, deriye benekli bir görünüm verir.

Başlangıçta dil beyaz ve kaba tüylü bir görünümdedir; hastalık ilerledikçe kırmızı lekelerle kaplanmaya başlar ve kızıl hastalığının niteleyici görünümü olan “çilek dil” görünümünü alır. Çocuk kendini son derece kötü ve bitkin hisseder, iştahı son derece azalır. Ama döküntü soldukça, kendini daha iyi hissetmeye başlar. Derisi ve dili normale dönmeden önce, altı hafta kadar soyulur; bununla birlikte hastalığının başladığı günden bir hafta ya da on gün sonra iyileşir.

Tedavi

Tedavide genellikle streptokokları öldüren penisilin kullanılır. Hastalığın hafif geçtiği çocuklarda bile mikropların üreme şansı kalmaması ve çocuğun enfeksiyonu başkalarına bulaştırmaması için, birkaç gün süreyle penisilin tedavisi uygulanır. Hasta çocuk yatak dinlenmesine alınır; ateşi yüksekse, düşürmek için bedenin günde birkaç kez ılık suya batırılmış süngerle silinmesi gerekir. Terleme yoluyla yitirdikleri beden sıvılarını karşılamak ve su yitimine uğramalarını önlemek için bol sıvı içirilmelidir. Sulandırılmış meyve suları içtiği sürece, iştahsızlığı karşısında herhangi bir kaygıya kapılmaya neden yoktur.

Komplikasyonlar/Riskler

Kızıl genellikle, normal evrimini tamamlayarak hiçbir soruna yol açmadan kısa sürede iyileşir. Tedaviye hemen başlanılmaması, yani streptokokların çoğalarak yayılmalarına olanak verilmesi durumunda, ortaya çıkabilecek ikinci enfeksiyonlar arasında ortakulak iltihabı, bir çeşit böbrek iltihabı ve romatizma sayılabilir. Romatizma ve böbrek iltihabı ciddi hastalıklardır.

SUÇİÇEĞİ

Su çiçeği döküntü ile karakterize,ciltte kalıcı sorunlar yaratan ve izler bırakan bulaşıcı viral bir hastalıktır.
Su çiçeği genellikle hafif seyirli bir hastalık olmakla birlikte hem erişkinler hem de çocuklarda aşağıdaki komplikasyonlara yol açabilir :
Ciltte bozukluk ve izlere yol açan süperenfeksiyonlar ( Özellikle yüzde oluştuğunda rahatsız edici olan kalıcı bozukluk ve izler).
Hastanede tedavi gerektiren zatürre, ensefalit.
Bazı vakalarda ölümler.

Su Çiçeği nasıl bulaşır?

İnsandan insana soluma, öksürme ve hapşırma yoluyla. Su çiçeği döküntüleri çok bulaşıcı olduğu için hastayla doğrudan temas yoluyla.
Çocukların kreş, okul, vb. toplu bulundukları ortamlarda bulaşma çok hızlıdır.

Su çiçeği ne zaman bulaşır?

Döküntülerin ortaya çıkışından 2 gün önce ve 4-5 gün sonrasına kadar hastalık bulaşıcı durumdadır. Döküntülerin görülmesinden 2 gün öncesine kadar karakteristik klinik belirtiler görülmediğinden su çiçeğinin bulaşması kolay ve sinsi bir süreç izler.

Su çiçeğinin belirtileri nelerdir?

Su çiçeği belirtileri, hasta ile temastan 14 ile 16 gün sonra ortaya çıkmaya başlar. Döküntüden 1-2 gün önce baş ağrısı, ateş, karın ağrısıve halsizlik görülür. Kızarıklıklar kafa derisi, yüz ve gövdenin üst kısımlarından başlayıp daha sonra kol ve bacaklara yayılır.

Su çiçeğine karşı korunmanın yolu nedir?

Su çiçeği’ nden korunmanın yolu su çiçeği aşısı olmaktır.Aşılama, çocuk ya da erişkinlerin bu hastalığa karşı korunmasında son derece etkin ve güvenilir bir yoldur. Su çiçeği aşısı hakkında bilinmesi gerekenler:
Su çiçeği aşısı, etkin bir bağışıklık ve aşılanmış kişilere uzun süreli koruma sağlamaktadır. Güvenilir ve iyi tolere edildiği kanıtlanmış olan bu aşı 12 aylıktan başlamak üzere her yaştaki insana uygulanabilir.

Aşılanmanın avantajları nelerdir?

Hastalığın geçirilmesi engellenerek: Yara izleri, süperenfeksiyon gibi cilt bozuklukları yanında hayati tehlike yaratabilen diğer komplikasyon risklerini ortadan kaldırmak, Karantina, okula devamsızlık ve işgücü kayıplarını önlemek, Su çiçeği geçirmemiş çocukları, doğurganlık çağındaki kadınları ya da çocuk sahibi anne ve babaları korumak.

VEREM (TÜBERKULOZ)

Tüberküloz ya da halk arasında verem (ince hastalık) olarak bilinen ve her yaşta görülen bu hastalığın ,ağır ve ciddi sonuçları olabilmektedir. Damlacık enfeksiyonu şeklinde solunum yoluyla giren mikrop,akciğerlere yerleşmekte ve oradan da beyin zarına ,kemik iliğine ve lenf bezlerine yayılabilmektedir. Bu durum özellikle çocuklarda ölüme kadar gidebilen çok ağır tablolar oluşturmaktadır. Tedavisinin çok uzun süreli olması ve bir çok ilacın bir arada kullanılmasının gerekliliği ise hastalığın bir başka yönüdür. Verem hastalığı ,iyileşme sonrasında bile yaşam boyu süren solunum sistemi bozuklukları,zeka geriliği ve sakatlıklar gibi çok önemli kalıcı hasarlara neden olabilmektedir.

Verem aşısı ( bcg ) Verem aşısı ( bcg ) doğumdan sonra 3. Ay içerisinde tek doz şeklinde uygulanmalıdır. Daha sonra ,ilkokul 1. Ve 5. Sınıflar ile lise 3. Sınıflarda bcg aşısı hatırlatma ( rapel ) dozu yapılmalıdır. Aşı omuz bölgesinden cilt içine özel bir iğne ile uygulanmaktadır. Aşı yerinde 2-4 hafta sonra hafif bir yara oluşmakta ve bu yara kendiliğinden iyileşmektedir. Bu durum genellikle tedavi gerektirmemektedir,ancak bir hekimin tavsiyesinin alınmasında fayda vardır.